MEDYA SİYASET İLİŞKİLERİ
Medya nedir? Türkçe’de “medya” diye söylediğimiz kavram, İngilizce’de “medium” sözcüğünün çoğulu olan “media”dan gelir ve “araçlar” ya da “aracılar” anlamı taşır.
Medya-Siyaset İlişkileri
Medya nedir? Türkçe’de “medya”
diye söylediğimiz kavram, İngilizce’de “medium” sözcüğünün çoğulu olan
“media”dan gelir ve “araçlar” ya da “aracılar” anlamı taşır. Türkçe’de
medya sözcüğünü karşılamak için “kitle iletişim araçları”nı da
kullanıyoruz. Medya ile gazete, dergi, televizyon, radyo, film, reklâm,
video oyunları ve CD’ler gibi çok değişik iletişim aracını
kastediyoruz. Bunlardan bazıları, gazete, dergi, film, radyo ve
televizyon “geleneksel medya” olarak adlandırılıyor. Dijital televizyon
ve internet gibi bazıları da “yeni medya” olarak tanımlanıyor. Medyanın
ya da kitle iletişim araçlarının günümüzdeki anlamını vurgulamak üzere
çağımıza “iletişim çağı”, ya da sözgelimi “internet çağı” dendiği
oluyor.
Siyaset nedir? Cem Eroğul’un tanımlamasına göre, siyaset;
“üretim dışında kalan, ancak üretimin sürdürülmesi ve
geliştirilebilmesi için toplumsal çapta yürütülmesi zorunlu olan işler
toplamıdır.” Siyasal işler, tüm toplumun eşgüdüm içinde tutulmasını
gerektirir. Sınıflara ayrılmış, temel çıkarları bakımından bölünmüş
toplumlarda bu eşgüdüm baskı olmadan sağlanamaz. Çıkarların çatıştığı
bir ortamda, yöneticilerin söz geçirebilmesi ancak zorlama ile
olabilir. Fakat, yöneticiler sayısal olarak her zaman yönetilenlerden
azdır. Bu nedenle üstünlüklerini sürdürebilmeleri için zorlamanın yanı
sıra yönetilenlerin rızasına da ihtiyaçları vardır. İ.Ö. yaklaşık 3500
yıllarından beri siyasal işler devlet tarafından yürütülmektedir.
Devlet, siyasal işleri yüklenen, bu işleri yürütebilmek için hem
toplumda destek bulan ve hem de toplumu baskı altında tutacak olan
araçlarla donatılmış olan kurumdur. Devletin toplumla kurduğu ilişkiler
ağına siyasal sistem adını veriyoruz. Bu sistemin içinde devletten
başka siyasal partiler var, baskı kümeleri var, seçmenler var; kısaca
siyasal iş gören bütün kişi ve kuruluşlar var. Devletin kendisi de
yargıdan, yasama organından, yürütme organından, güvenlik örgütlerinden
oluşuyor. Dolayısıyla siyasal işleri yapan kuruluşlar hayli çok.
Üretim
süreci, başka bir deyimle iktisadi süreç ise görece olarak daha az
karmaşık. Üretim sürecinde hâkim sınıflar ve bağlı sınıflar var;
sermaye sahipleri ve emek sahipleri var. Burada sınıfsal üstünlük
sağlayanlar, toplumda da üstünlük sağlıyorlar. Hâkim sınıfların
fikirleri tüm siyasal hayata yön veriyor. Onun çıkarları tüm toplumun
çıkarınaymış gibi görünüyor. Örneğin serbest piyasa, sermaye
yatırımları için sürekli artan teşvikler, vergi yükünün sermaye lehine
sürekli değişmesi tüm toplumun ve ulusun çıkarına olarak gösteriliyor.
Bunlar gerçekleştirildikçe işsizler iş bulacak, işliler daha iyi yaşama
koşullarına kavuşacak, toplumsal refah artacak, ülke daha çok
kalkınacak, ulusun dünya ulusları içindeki yeri yukarılara doğru
çıkacakmış gibi. Dikkat edilirse burada toplumun azınlığını oluşturan
sermayenin atılımları, hareketleri, becerileri tüm toplumu ileri doğru
hareket ettiriyormuşçasına bir görünüm ortaya çıkıyor. Yaratıcı emek,
ve üretime aktarıldığında büyük işler yapacak olan atıl emek görünmez
hale getiriliyor. Oysa toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçiler bir an
dursa bütün bir hayat durabilir. Borsalarda işlem, fabrikalarda üretim
yapılamaz; ulaşım sağlanamaz, enerji üretilemez, gıda, sağlık, eğitim
hizmetleri verilemez. Demek ki, asıl yaratan ve bu arada sermayeyi
sermaye yapan toplumsal güç önemsizleşirken, onun sırtına basa basa
toplumun üstüne çıkan sermaye mutlak bir güç gibi görünüyor. Emeğin
görünmez kılındığı, sermayenin ise hep ön planda olduğuna iliştin hayat
anlatısında medyanın, yani televizyon kanallarının, gazetelerin,
radyoların kitlesel izleyiciye ulaşan iletişim araçlarının önemli bir
rolü var.
Toplumda, üretimin mevcut sınıfsal hiyerarşi içinde
sürdürülmesi ve geliştirilebilmesi devleti ve sermayeyi birbirine derin
bağlarla bağlıyor. Fakat hem devlet hem de sermaye toplumun küçük bir
azınlığını oluşturuyor. Yukarıda belirtildiği gibi, gerek üretim
alanında gerekse de siyasal alanda azınlıklar çoğunlukları sadece
baskıyla yönetemezler. Tek başına mahkeme kararlarıyla, yasalarla,
yönetmeliklerle, asker, polis, bekçi denetimiyle büyük kitleler küçük
kitlelere tabi kılınamaz. Bunun için, çoğunluğun düşünsel planda mevcut
duruma, genel gidişata razı edilmesi gerekir. Toplumsal rıza düşünsel
alanda sağlanır. Bu sağlandığı zaman hâkim sınıfın fikirleri toplumun
çoğunluğunun fikirleri haline gelir.
Medya, toplumsal rızanın
sağlanmasında önemli bir rol üstlenir. Bu rolü açıklayabilmek için
ideoloji kavramına ihtiyacımız var. İdeoloji kavramı uzunca bir tarihe
ve hayli ilginç bir serüvene sahip. Kavramın kökeni, 18’inci yüzyıla
dayanıyor. Aydınlanma Çağı’nın kültürel ve felsefi ikliminde üretilen
kavram, ilk haliyle, insan aklının karşısında yer aldığı için
ilerlemeyi engelleyen boş inanç ve önyargılara karşı insanları doğru
düşünmeye sevk etmenin bilimi anlamına geliyordu. Bu anlamın arka
planında insan zihninin denetlenebileceği, böylece doğru
düşündürülebileceği, bunun da toplumsal ilerlemenin gelişmenin temeli
olacağı varsayımı vardı. Bu varsayıma ilk karşı çıkan düşünür Karl Marx
oldu. Marx’a göre, insanın toplumsal çelişkileri kavrayamayışı,
toplumsal çelişkilerin insan zihninde baş aşağı çevrilmiş bir şekilde
durması, zihinsel yetersizliklerden kaynaklanmıyordu. Bu baş aşağılığın
kaynağı toplumsal gerçekliğin kendisini gösteriş biçimiydi. Kapitalist
üretimin görünüş kertesi üretim alanındaki sömürüyü maskeliyordu.
Görüşte hem emekçi hem de sermayedar eşit ve özgür bireyler olarak el
sıkışıyorlardı. Buna karşılık üretim sürecine girildiğinde görünüşteki
eşitliğin ve özgürlüğün yerini eşitsizlik, sömürü ve esaret alıyordu.
Marx’tan sonra, onu izleyen ya da ondan etkilenen düşünürler ideoloji
kavramını yeniden ve farklı biçimlerde tanımladılar. Bana kalırsa
toplumsal rızanın sağlanması ve bunda medyanın rolünü anlayabilmemiz
için ideoloji kavramını elverişli tanımlayan kişi, İtalyan düşünür
Antonio Gramsci oldu. Gramsci’ye göre ideoloji, sanat, hukuk, ekonomik
etkinlik ve kolektif hayatın bütün belirlenimlerinde üstü örtük olarak
bulunan dünya görüşüdür. Gramsci açısından ideolojiler, bir fikir
sisteminden fazla olarak somut tutumlar esinlendirir ve eylem için
yönelimler sağlar. Bundan ötürü bir sınıf öteki sınıf üzerindeki
hegemonyasını ideoloji içinde ve ideoloji yoluyla sağlar.
İdeoloji,
Gramsci’nin düşüncesinde hâkim sınıfın hegemonyasının sağlanmasında,
sürdürülmesinde ve durmaksızın yeniden üretilmesinde temel bir işlev
görür. Çünkü hâkim sınıflar yalnızca yönetmekle değil aynı zamanda
yönlendirmekle hegemonyayı işler hale getirirler. Hegemonya, bir
iktidarın kendi yönetimi için hâkimiyeti altındaki insanların rızasını
kazanmak için başvurduğu bütün pratik stratejiler alanıdır. Hegemonya
inşa etmek, toplumsal hayatta, bir sınıfın kendi dünya görüşünü bir
bütün olarak toplum bünyesine toplum bünyesine baştan sona yayarak ve
böylece kendi çıkarı ile toplum çıkarını büyük ölçüde eşitleyerek
ahlaki, siyasi ve entelektüel liderlik kurması demektir. Eğitsel,
kültürel ve dinsel kuruluşların yanı sıra, medya, başlıca hegemonya
araçları arasında yer alır. Toplumsal rızanın inşasında, hegemonyanın
kuruluşunda ideolojinin temel rolü kendiliğinden yerine gelmez. Bu işi
aydınlar yapar. Gramsci’ye göre aydınlar, ideolojik hegemonyanın
tesisinde derece derece rol oynarlar. Hâkim sınıfların dünya görüşü
içinde düşünen, onu yeniden üreten ve yayan medya profesyonellerinin
ideolojik hegemonyadaki katkısının önemi yadsınamaz. Sermaye dünyası
içinden düşünen medya profesyonelleri, toplumsal yaşama etkin bir
biçimde katılırlar ve toplumu mevcut dünyanın olabilecek en iyi, ideal
ve normal dünya olduğu görüşüne ikna etmek için durmaksızın çabalarlar.
Ana
akım medya, ya da büyük medya, hâkim sınıfın fikirlerini savunur. Bunun
temelinde medyanın mülkiyet yapısı yatar. Büyük medya organlarına sahip
olmak büyük sermaye gerektirir. Büyük sermaye sahibi bir kişi büyük
medya sahibi olunca kendi medyasında üyesi bulunduğu sermaye sınıfının
egemenliğine aykırı şeyler söyletmez. Bunun kendisine bağlı çalışan
gazetecilere, televizyonculara, yapımcılara talimatlar vererek yapmaz.
Her gazeteci, televizyoncu ya da yapımcı kendi sınırlarını kendisi
bilir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Büyük medyadaki
sermaye egemenliği tek tip bir medya gerektirmez. Her bir medya
organının yayın programının ağırlık noktaları farklı olabileceği gibi
aynı konuya ilişkin yorumlarında, değerlendirmelerinde farklılıklar da
olabilir. Fakat bu farklılıklar hâkim sınıfının genel doğrultusundan
radikal farklılaşmalar değil, iç tartışmalar ya da nüanslardır. Bu
genel doğrultuya radikal bir biçimde itiraz etmek isteyen, bağlı
sınıfların hallerini, çilelerini göstermek isteyen medya organlarının
işi ise hayli zordur. Fakir sınıflar kendi dünyalarına odaklanacak
medya yaratmak için gerekli sermayeyi bulamazlar. Bulabildikleri
sermaye ile de büyük medya yaratamazlar. Yarattıkları küçük medyalarda
hünerli gazeteciler ve büyük entelektüeller çalıştıramazlar.
Bu
genel çerçeveye dayanarak dünyanın başka ülkelerini bir yana bırakalım
ve Türkiye’ye hızlı bir bakış yapalım. Türkiye’nin günümüzdeki tablosu
fakr-ü zaruret ile zevk-ü sefanın derin çelişkisinin dramatik bir
biçimde yaşandığı bir tablodur. Kişisel ya da tekil dramlar bir yana,
günümüz Türkiye’sinin gerçek işsiz sayısı 15 milyon civarındadır. Her
üç üniversite mezunundan biri işsizdir. Asgari ücret, yoksulluk
sınırının üçte birinden daha azdır. Milyonlarca insan açlık sınırının
altında yaşamaktadır. İstanbul Tuzla tersaneler bölgesinde gerekli iş
güvenliği önlemleri alınmadığı için 2008 yılının ilk altı ayında her on
beş günde bir, bir işçi hayatını kaybetmiştir. Buna rağmen fakirlik
nedeniyle sonu ölüm bile olsa tersanede çalışmak için kuyruğa girmeye
hazır binlerce işçi bulunmaktadır. Gelgelelim, Metin Uca’nın dediği
gibi, canlara mal olan sahici iş kazaları değil, mankenlerin “iş
kazaları” medyada haber olmaktadır. Bu derin toplumsal çelişkilere
karşın hayatın çatışmasız, isyansız sürüp gitmesi büyük kitlelerin
kaderlerine razı edilmesiyle, hallerine şükrettirilebilmesiyle mümkün
olabilmektedir. Bunda medyanın küçümsenemeyecek bir rolü vardır.
Medyada çıkan haberlerin tümü objektif olabilir ve temel habercilik
ilkelerine uygun olarak yapılabilir. Buna karşılık, objektifin
tutulduğu yer sübjektiftir. Objektifler, tüm yer altı ve yerüstü
kaynakları, insan gücü ve yetenekleri harekete geçirildiğinde tek bir
yurttaşının bile geceleri aç yatmayacağı bir Türkiye’nin imkânlarına ve
koşullarına, çelişkili ve çarpık Türkiye tablosuna çevrilmemekte;
mevcut tablo görünmez hale getirilmekte ve sürüp giden hayat makul
gösterilmektedir.
Şimdi medya ile siyasal partiler arasındaki ilişkiler üzerinde duralım.
Türkiye’de
hükümete talip olan siyasal partiler (istisnalar dışında), iktidara
hazırlandıkları dönemde dört ziyaret yaparlar. Amerika Birleşik
Devletleri’ne, Avrupa Birliği merkezlerine, TÜSİAD’a ve medyaya. Bu
ziyaretlerde yaptıkları şey; sistemin tıkanan kanallarını nasıl
açacaklarını, sermayenin daha çok gelişmesi için neler yapacaklarını
anlatmaktır. Bunu da medya kanallarıyla anlatırlar. Burada bir
paradoksa dikkat çekmek yerinde olur: Siyasi partilerin geneli, yerli
ve uluslar arası sermayeye söz verirler, halka ise vaat. Çünkü, siyasi
partiler siyasi işleri sermaye adına görürler. Oysa iktidara gelmek
için toplumun çoğunluğunun, yani emekçilerin oyuna ihtiyaçları vardır.
Egemen
sınıfların genel doğrultusunda bazı tadilatlar yapmak isteyen siyasi
partiler, bu amaçlarına ulaşmak için son tahlilde medyayı kontrol etmek
ya da kendi medyalarını yaratmak zorundadırlar.
Yakın zaman önce
bunun örneğini gördük Türkiye’de. AK Parti, hükümet olmanın imkânlarını
da kullanarak kendi iktidarı döneminde kendi medyasını yarattı. Zaten
kendisini desteklemekte olan medyayı da güçlendirdi. Bunun ardında
yatan şuydu: Türkiye’nin ana akım medyası genel anlamıyla laik ve
Batıcı sermayenin sözcülüğünü yapar. Bu medya, laik ve Batıcı
sermayenin genel doğrultusuyla çatışmadığı sürece AK Parti’yi
destekledi. Buna karşılık, AK Parti’nin bu genel doğrultuyla çatışma,
onda bazı temel revizyonlar yapma ihtimali her zaman vardı. Eğer böyle
bir çatışma yaşanacaksa söz konusu partinin kendisini her alanda
güçlendirmesi gerekiyordu. Kendisini destekleyecek sermaye gruplarını
madden güçlendirmeliydi. Sivil toplum kuruluşlarında, işçi ve memur
sendikalarında kendisini destekleyecek yandaşlar yaratmalıydı. Devlet
katında bazı kritik mevkileri kontrol etmeliydi. Ve bir siyasal yön
değişikliği durumunda karşısına geçebilecek büyük medyayla baş
edebilmek için kendi medyasını kurmalıydı. İktidar partisi bütün
bunları adım adım yaptı. Çünkü önünde önceli olan partilerin deneyimi
vardı. Refah ve Fazilet partilerinin kapatılması sürecinde sivil toplum
örgütleri, işçi ve sermaye örgütleri ve büyük medya blok olarak
hükümetin karşısında yer almıştı. Böylece iktidar partisi
yalnızlaşmıştı. AK Parti, bu olumsuz deneyimi gördü. Şimdi ona yönelik
ciddi eleştirilerde, AK Parti lehine basın toplantısı yapan işçi ve
işveren örgütleri var; kitleleri sokağa sevk edebilecek sivil toplum
örgütleri var; eleştirilere vereceği cevapları milyonlara ulaştıracak
televizyon kanalları, radyo istasyonları, gazeteleri, dergileri var.
Buradan
şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Siyasal partilerin iktidara gelme ve
iktidarda kalma mücadelesi yalnızca seçmen dayanağıyla olamıyor. Medya
desteği de gerekli. Medyayı kontrol etmek ya da kendi medyasını
yaratmak, bağlı sınıfların siyasal oluşumları için yukarıda belirttiğim
nedenlerle çok zor.
Demek ki; medyanın siyasal iktidarların
oluşumunda ve kalıcılaşmasında önemli bir rolü var. Fakat bu rolün her
zaman belirleyici ya da tayin edici olduğunu düşünmek yanılsama olur.
Bir Türk deyimiyle söylemeye çalışırsak, medya, hubbeden kubbe
yaratamaz. Bu konuda iki örnek vermek istiyorum; biri görece uzak
geçmişten öteki ise yakın geçmişten. Korkmaz Alemdar, Adnan Menderes’in
1950 genel seçimlerinde CHP’nin kendilerine radyoyu propaganda amacıyla
kullandırtmadığını, iktidara geldikten sonra 1954 yılında kendilerinin
ise bu olanağı CHP’ye tanıdığını hatırlatır ve her iki seçimi de kendi
partisinin kazandığını belirterek “Kullanmadık ne oldu? Kullandınız ne
oldu?” dediğini aktarır. Adnan Menderes’in bu sözleri medyanın ya da
iletişim araçlarının etki gücünün sınırsız olmadığını göstermesi
bakımından vecizdir. Gelelim yakın geçmişten vermek istediğim örneğe.
Geçtiğimiz yıllarda Türk sağında bir lider boşluğu oluşmuştu. Mevcut
liderler hayli yıpranmıştı. O sıralarda ABD’de diplomatik bir görev
yapan Mehmet Ali Bayar, sağın yeni lideri olarak olanca medya gücüyle
kamuoyuna sunuldu. Bunu rağmen, Bayar, sağın lideri olmak bir yana
etkili bir siyasetçi dahi olamadı.
Sanırım, bu bağlamda Cem Uzan
örneğini de atlamamız gerekiyor. Hatırlayacağımız üzere Cem Uzan,
Türkiye’nin en kısa zamanda en büyük çıkışı yapan siyasal liderlerinden
birisiydi. Partisi de en kısa zamanda en büyük çıkışı yapan partilerden
biriydi. Bunda Cem Uzan’ın Türkiye’nin en büyük medya patronlarından
birisi olmasının etkisi tayin edici denecek kadar büyüktü. Genç Parti
ve Cem Uzan’ın yükselişi, bildiğiniz gibi, elinden medyası ve sermayesi
alınarak durduruldu.
Şöyle bir toparlama yapmak istiyorum: Medyanın
“dördüncü kuvvet” olduğu söylenir. Bu söyleme göre, medya; yasama,
yürütme ve yargıyı sürekli olarak toplum adına denetler, eleştirir ya
da duruma göre över. Bu kuramsal olarak böyledir ve gayet iyi görünür.
Oysa sınıflara ayrılmış, sınıf çelişkilerini derinden yaşayan
toplumlarda medyanın genel olarak toplum adına denetleyici, gözetleyici
ve eleştirici olması beklenemez. Medya hangi sınıfın elindeyse o sınıf
adına denetleyici, gözetleyici ve eleştirici olur.
Medya ve siyaset
ilişkisi hakkında konuşurken, günümüzün tılsımlı kavramı olan
“küreselleşme” konusuna değinmemek olanaksız. Burada iki noktaya
odaklanabiliriz: Birincisi medyanın kendi küreselleşmesi, ve ikincisi
küreselleşme ideolojisinin yayımında medyanın küresel ölçekte oynadığı
rol.
Küreselleşme olarak adlandırılan süreçle birlikte medya
endüstrisi içinde büyük değişiklikler meydana geldiği apaçık. Bir
yandan kitle iletişim araçlarının birleşmesi, bir yandan da ulusal
pazarların küresel pazara giderek teslim olması bunun göstergeleri.
Medya endüstrisi eskisi gibi farklı sektörlere ayrılmış değil. Yani
basın, sinema, televizyon, radyo yayımcılığı birbirinden bağımsız ve
ayrı ellerde faaliyet göstermiyor artık. Bileşik, eşgüdüm içinde ve
aynı ellerde toplanıyor. Medya şirketleri eskisi gibi ulus devlet
yönetimlerinin yasal düzenlemeleri doğrultusunda iç pazarda faaliyet
göstermiyorlar. Anthony Giddens, bunda bazı faktörlerin etkili olduğunu
belirtiyor: Birincisi, küresel medyanın az sayıda ama güçlü ellerde
giderek daha çok toplanması. İkincisi, medyada kamu mülkiyetinden özel
mülkiyete hızlı bir kayış yaşanması. Üçüncüsü, medya mülkiyetinin
kurallarının sınır ötesine yatırım yapmayı ve şirket satın almayı
olanaklı kılacak şekilde gevşetilmiş olması. Dördüncüsü, dev medya
şirketlerinin yazılı ve görsel malzemeyi kapsayan medya içeriğini
üretip dağıtması. Beşincisi medya endüstrisinin farklı kesimlerinden
şirketlerin birbirleriyle birleşmeye eğilim göstermesi.
Bunların
başlıca iki sonucu var. Birinci sonuç, medyanın küresel ölçekteki
“süper şirket”lerinin ortaya çıkması. İkinci sonuç ise bu şirketlerin
çoğunun başta ABD olmak üzere Batılı gelişmiş ülkelerde toplanması.
Bunların yaratacağı küresel ölçekteki sonuç ise aşikâr. Bu sonuç, dünya
kapitalist sistemine yön veren, onu durmaksızın yeniden üreten ve tüm
dünyayı baştan başa etkileyecek bir biçimde yayan fikirlerin, tutum
alışlarının, gündelik hayat pratiklerinin doğallaştırılması,
kabullendirilmesidir. Bütün kitle iletişim araçlarıyla küreselleşme
ideolojisi çerçevesinde bize gösterilen hayat, sahici çelişkileriyle,
çileleri ve acılarıyla hayatın kendisi değil, içinde yaşadığımız
dünyanın olduğu gibi sürüp gitmesini anlatan ve böylece yaşadığımız
dünyayı belirleyen bir medyatik hayattır. Medyanın gündelik hayatta
nasıl önemli bir yer kapladığını örneklemek için bir araştırmanın
sonuçlarını aktarmak istiyorum. İngiltere’de yapılan bir araştırmaya
göre, gençlerin yüzde 99’u günün iki buçuk saatini televizyon başında
geçiriyor. Yüzde 88’i haftada iki ya da üç gün ikişer saat video
izliyor. Yüzde 36’sı aynı süreyi bilgisayar başında ve yüzde 19’u da
internet kullanarak geçiriyor. Tarihin sonuna gelindiğine, liberalizm
dışında bir ideolojinin mümkün olamayacağına, insanlığın bulup
bulabileceği en iyi sistemin işlemekte olan sistem olduğuna ilişkin
siyasal söyleme milyarlarca insanın razı edilmesinde medyanın nasıl
önemli bir siyasal işlev gördüğünü kim yadsıyabilir?
Bilgi:
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Gökhan
Atılgan’ın 17 Mayıs 2008 tarihinde verdiği “medya ve siyaset
ilişkileri” konulu seminer.