Aydın Boysan

-Aydın Boysan ve Refik Durbaş "Aydınlarla Yüz Yüze Söyleşileri"nde edebiyat ve yaşam üzerine konuştular. BKS, Uğur Mumcu Etkinlik Salonu'nda gerçekleşen söyleşiyi BGC Başkanı Nuri Kolaylı yönetti. Söyleşinin ardından soruları yanıtlayan ve okurlarına kitaplarını imzalayan Boysan ve Durbaş, BGC Başkanı Kolaylı ile birlikte Basın Müzesi'ni gezip sergilenen eserler konusunda bilgi aldılar
 
-BOYSAN: MİZAH GÜLDÜRMEK İÇİN DEĞİL DÜŞÜNDÜRMEK İÇİNDİR
-DURBAŞ:  BURSA, NAZIM'DAN KALAN BİR ANITA SAHİP ÇIKABİLİRDİ
 -Aydınlarla Yüz Yüze Söyleşileri'nin bu haftaki konukları yazın dünyasının tanınmış iki ismi, Aydın Boysan ile Refik Durbaş oldu. Boysan ve Durbaş önce Uludağ Üniversitesi Rektörlük Salonu'nda, ardından da Basın Kültür Sarayı Uğur Mumcu Konferans Salonu'nda edebiyat ve yaşam üzerine söyleşip dinleyicilerinin sorularını yanıtladılar.
-Aydın Boysan, 61 yaşında gazeteciliğe başladığını, sıklıkla da mizah yazdığını hatırlattı. Boysan, "Mizah güldürme sanatı değil düşündürme sanatıdır, yazı ve kitaplarımda bunu anlatmaya çalıştım" dedi. Anne tarafından Bursalı olduğunu, çocukluğunun bir kısmını  Bursa'da geçirdiğini anlatan Boysan, "Annemler ‘93 Harbi’ sırasında Bulgaristan’ın Lofça bölgesinden göçmüşler Bursa’ya. Evimiz, Simkeşhane Sokağı'ndaydı. Gidip gördüm oraları. Çok değişmiş. Adı da Gümüşçeken olmuş! Sokak adları neden değişir anlamış değilim" dedi.
-Refik Durbaş, Nazım Hikmet'e yurttaşlığının iade edilmesinin ardından, "mezarını da getirelim mi, getirmeyelim mi" diye bir tartışmanın başladığını hatırlattı. Durbaş, "Nazım Hikmet, en önemli yıllarını Bursa hapishanesinde geçirdi. En önemli eserlerini orada verdi. Nazım'ın mezar anıtını Rusya'dan taşısak ne olur, taşımasak ne olur? İşte, Nazım'ın mezarı Bursa Hapishanesi'ydi. Onun kıymetini bilebilir koruyabilirdik. Bursa Nazım’dan kalan bir anıta sahip çıkabilirdi, yazık ki bunu yapamadık" dedi.

 
Uludağ Üniversitesi, Nilüfer Belediyesi, Bursa Gazeteciler Cemiyeti'nin birlikte düzenlediği Aydınlarla Yüz Yüze Söyleşileri'nin üçüncüsü  mimar, gazeteci, yazar Aydın Boysan ve Şair, yazar, gazeteci Refik Durbaş'ın katılımıyla Basın Kültür Sarayı, Uğur Mumcu Etkinlik Salonu'nda yapıldı. BGC Başkanı Nuri Kolaylı'nın yönettiği söyleşide Boysan ve Durbaş, Bursalılarla edebiyat ve yaşam üzerine söyleştiler.

 SOKAK ADLARI NEDEN DEĞİŞİR, ANLAMIŞ DEĞİLİM
Aydın Boysan, söyleşisine “88. baharını yaşadığını ve bundan da çok memnun olduğunu" söyleyerek başladı.  Anne tarafından Bursalı olduğunu, Bursa'da Simkeşhane Sokağı'ndaki bir evde doğduğunu aktaran Boysan şöyle konuştu: "Annem, '93 Harbi' (1877-78) sırasında Bulgaristan Lofça'dan Türkiye'ye göçmüş bir ailedendi. Annemler bu şehirde uzun yıllar yaşadılar. Çocukluğumun bir kısmı burada geçti. Doğduğumda (1921) Bursa düşman ayakları altındaydı. Bugün geldiğimde, Bursa'nın düşman ayakları altında olmadığını, ama gökdelenlerin ayakları altında olduğunu gördüm. Boydan boya gökdelenlere çiğnetmişiz bu tarihi ve zarif kenti… Annemin yaşadığı sokak Simkeşhane’ydi. Simkeşhane, olmuş Gümüşçeken! Olur mu? Sokak adlarını neden değiştirirler, anlamış değilim…
Çocukluğumda mahallemizin imamı, Bursa'da teraviyi en hızlı kıldıran imam olarak tanınırdı. Bu yüzden olmalı, cemaati her zaman kalabalıktı. Çocuk aklım yetmiyordu açıklamaya,  ama sonradan bunun kahvelerde yer bulmakla ilişkili olduğunu anlamıştım. Mahallenin erkekleri için kahvede yer tutma şansı, teravih ne kadar hızlı kılınırsa o kadar artıyordu çünkü…
Çocukluğumda, 'Bursa'nın  kestanesi / Okka çeker beş tanesi’ denirdi. O kestane var mı, şimdi?...
Tahinli Pide, Bursa'nın bir markasıydı. Başka yerde yoktu çünkü. Var mı hala?.. Var!.. Öyle mi?.. Benim bildiğim, avuç içi kadardı… Hastalığımda sayıklıyormuşum; getirdiler, devetabanı kadar!.. Üzerine de fırça ile tahin sürülmüş!.. Kara, kahverengi bir şey…
Bursa'nın şeftalisi var mı?.. Var, diyorsunuz… İnşallah vardır!.. Hem, neden alınalım ki,  her şeyimiz olmuş Waşhington! Varsın şeftalimiz de Waşhington olsun!.."
 
RIZA BİÇEN ÇOK BÜYÜK BİR EV İSTİYORDU
Bursa’ya ilişkin anılarını aktarmayı sürdüren Aydın Boysan, Bursa'nın tanınmış isimlerinden Rıza Biçen'den ve Biçen’in sonradan Uludağ Üniversitesi'ne bağışladığı Rıza Biçen Konağı'ndan da söz etti. Boysan şöyle konuştu:
"Cahit Ortaç Bey vardı (Bursa valisi 1951-1954,  Mustafakemalpaşa kaymakamı 1941-1942), belki hatırlayanınız vardır... Hakkari'de,  1946-1947'de, onun döneminde bu kentin hükümet konağı'nı yapmak için gittim. Birkaç yıl içinde oradan, cebimde birkaç yüz bin lira ile döneceğim sanılıyordu. Zengin oluyorum gözüyle bakılıyordu anlayacağınız. Ama hiç de öyle olmadı. Hakkari’den İstanbul'a, elimdeki son şeyim olan atımı sattım da öyle dönebildim. Babam, hiçbir şey demedi. Hiçbir şey sormadı. İşsizim diye harçlığımı da verdi…
Cahit Ortaç, sonradan Kırklareli, Edirne ve Bursa vilayetlerinde de valilik yaptı. Bursa'dayken bir haber gönderdi. Kalkıp geldim. Rıza Biçen Bey bir ev yaptırmak istiyormuş, tanıştırdı bizi. Ne var ki Rıza Bey’in istediği eve öyle sıradan bir şey değil. İstiyor ki, salonunda 150 kişiye kokteyl, 35 kişiye yemek verilebilsin! Misafirlerini yatıya alıkoyabilmek için en az 5 yatak odası, ona göre geçişleri, banyoları filan olsun!.. Tartıştık, konuştuk, biraz küçülttük yapıyı. Gene de nereden bakarsanız bakın, konak değilse de kocaman bir villa oldu. Rıza Biçen, yapıyı küçültme isteğime karşı çıkarken, 'Sen Bursa'ya geldiğinde nerede kalacaksın? Otele mi göndereceğim seni? Olmaz, unut!' diyordu… Ev bitti sonunda. Rıza Bey gelip yerleşti. Ama biliyor musunuz? O kadar istemesine rağmen tek kimseyi ağırlayamadan vefat etti orada. Allah rahmet eylesin. Çok özendiği evini de Uludağ Üniversitesi’ne bağışladı…
Diyeceğim, zamanlar kolay geçiyor görünmekle birlikte, aslında o kadar da kolay geçmiyor…"
 
HÜRRİYET GAZETESİNDEN KOVULDUM
Boysan, yaşamın insanın önüne hiç düşünmediği görevler, uğraşılar koyabildiğini hatırlatarak "İnsan, yaşamın cilvelerine hazırlıklı olmalı" dedi. Elli yıl boyunca sürdürdüğü mesleğinden (mimarlık), gazeteciliğe geçişini anlatan Boysan, sözlerini şöyle sürdürdü: "Bir gün, Hasan Pulur çıkageldi. Dedi ki: 'Artık Hürriyet'tesin! Yarın yazıyorsun! Haldun Taner yazacaktı, olmadı, yerine sen yazacaksın!..'
'Olur mu? Altmış bir yaşındayım. Bu yaştan sonra meslek değişir mi?' dediysem de dinlemedi. Güneş Gazetesi'nin hazırlıkları var; transferler filan oluyor, Babıali sallanıyor o sıralar. Haldun Taner yazmayı kabul etmedi diye, gazeteci oldum ben. Çok kolay olmadı, ama zor da olmadı. On yıl boyunca yazdım Hüriyet'te. İstanbul'un mimarisinden tutun da, meyhanesine, camisine, kilisesine, çeşitli dünya hallerine kadar!..
Sonunda, gün geldi, bir yazı yazdım. Siyasilerden birinin (adını da verelim: Rahmetli Turgut Özal), bir yakınına bir ima, bir ‘dokundurma’ gibi anlaşıldı. Anında da yazılarıma son verildi. Kovuldum!..
Kovulmak, kırıcı gibi görünüyorsa da, hayatımdan bazı şeyleri çıkarması bakımından iyi oldu aslında. Her sabah, 'Buradan ne çıkar?’ diye, diye tabiatım bozulmuştu. Normal halde, gözüne ilişen bir haber için ‘Buradan ne çıkar?’ diye düşünmez, bunun için kafa yormaz insan. Her gün bir yazı yazıyorsan, neden neyi çıkaracağını hesaplamak zorundasın. Bu da çok normal bir şey değil. Bu bakımdan Hürriyet’ten kovulmam çok faydalı oldu benim için. Ama ‘Aydın’a bir iyilikte bulunalım’ diye atmadılar elbette!.."

HAYAL ÇİRKİNSE KABAHAT HAYALDE DEĞİLDİR
Boysan, gazete yazılarında ve ilki 63 yaşındayken basılan, 35.si de baskıda olan kitaplarında mizaha önem verdiğini, çoğu zaman da mizah yazdığını belirterek şöyle konuştu: "Mizahı güldürmek amaçlı olarak düşünmemek lazım. Mizah güldürmek için değildir. Platon, 'Atina'yı tanımak istiyorsanız Aristofanes'i okumalısınız' diyor. Özellikle de Aristofanes'in Kuşlar oyununu salık veriyor. Hayal çirkinse, bilin ki kabahat hayalde değildir. Neden? Aynayı tutan, aynanın gösterdiğinden sorumlu tutulamaz da ondan. Çünkü, aynada görünen aynanın yansıttığından başka bir şey değil. Bu bakımdan mizah, güldürme sanatı değil düşündürme sanatıdır demek gerekiyor.
Hitler, Alman orduları Paris'i işgal edince, ‘Almanya'nın en az bin yıllık ihtiyacını karşıladık’ diye konuşmuş. Birkaç yıl sonra, Almanlar Fransa'yı bırakmak zorunda kalmış, ama Hitler hala Şansölye! Alman, şöyle demiş: Vay canına bin yıl ne kadar da çabuk geçti!...
Hamburg'da bir Alman balıkçı, tezgahının başında bağırıp duruyor: Semiz balıklar bunlaaar… Semiz Balıklaaar… Tıpkı Göring gibi semiiiz!
Polis durur mu? Tevkif edip attırmış adamı içeriye. Göring'e hakaretten iki yıl hapse mahkum olmuş Hamburglu balıkçı. İki yıl sonra, gene tezgahının başında bağırıyormuş: Semiz balıklar bunlaaar!… Semiz balıklaaar!…
Polis, bekliyor ki, yine 'Göring gibiii!' desin. Balıkçı da polisin kulak kabartıp beklediğini biliyor, şöyle tamamlıyor ünlemesini: 'Tıpkı iki yıl önceki gibiii!...
Mizah budur; düşündürür! Gülümsetir, güldürür de belki, ama düşündürür!
İnsanlar en çok ölüm ve hastalık gibi şeyleri ciddiye alıyor. Aslında kolayına kaçıyoruz bunu yaparken. Zor olan gülmeyi, neşeyi ciddiye almak. Yaşayışın sözünü etmekten kaçınmak korkaklıktır. Bir dostun başka dünyalara göçüşü yürek yakar tabii. Ama o ateşi gömmeli. Küllenmeyen ateş biter... Kaloriferli evde büyüyen çocuklar bilmez bunu. Mangalda küle gömülüp ertesi sabah üflenince kıvılcımlanan köz parçası nasıl da yürek ısıtır!  Göçen dostları, tıpkı küller gibi, sevgiye gömmeli, ara sıra da açıp yüzünü görmelidir. Gidenleri sevgimize gömdük; kalanlara bir çift sözüm var: Gitmeye acelemiz yoktur!”

TÜKETİCİ OLMAK UYGARLIK DEĞİL
Aydın Boysan, bir soruyu yanıtlarken, “Mustafa Kemal rakıdan ve rakının sebep olduğu sirozdan öldü diyorlar, yanlış! Atatürk rakı içtiğinden değil, leblebi yüzünden öldü, leblebi! dedi. Boysan,  tüm içkileri içse de, yaşamında rakının ayrı bir yeri olduğunu belirterek şöyle konuştu:
“Babam yılda iki üç kadeh içerdi. Bir arkadaşı vardı, o bize geldiği zaman… Ben onun kadehinden yürüterek başladım rakıya. Sonra Pertevniyal’de okurken, üç dört arkadaş, para biriktirip içmeye giderdik. Önce nargile içerdik, ardından Yorgo’nun Meyhanesi’ne rakı içmeye…
Mimarlık stajımı, 1942’de, bir şarap fabrikasında yaptım. Orada bir Fransız arkadaşım vardı, bir akşam, ‘Gelin size şarap tattırayım’ dedi. ‘Bu şu şarabı, bu da bu şarabı’ derken ne olduğunu anlamadım. Sabah gözümü açtım, fabrikadayım. Bir tanesini açabiliyorum, diğeri açılmıyor. Ayağa kalkmaya çalışıyorum, olmuyor. Akşam Faruk adında bir arkadaşım da bizimleydi. ‘Eyvah, Faruk nerede? Onu bulun’ dedim. O da bir hendeğe devrilip bütün gece orada yatmış. Rakı hiç böyle yapmadı bana. O geceden sonra 15 sene şarap içemedim. İçmediğim içki yok. Ama rakı nikahlı karım, diğerleri kaçamak!..   Atatürk’ün Sofrası üzerine bir soruyu da yanıtlayan Boysan, “O sofrada çok sağlıklı düşünceler doğdu. Sofra değil bir okuldu o…” diye konuştu... Boysan şöyle devam etti:
“Türkiye'de, Cumhuriyetin ilk 15 yılında her alanda hayranlık verici gelişmeler yaşandı. Eğitimde, bilimde, sanatta, üretimde, her alanda… Atatürk’ün sofrasının da bunda payı vardı. İçmesini, düşünmesini, konuşmasını bilenle sofrasında konuşur, tartışır görüşünü olgunlaştırırdı… Rakıyı, içiyorsan, doğru dürüst içmek lazım tabii… Ondan sonraki 70 sene,  adına demokrasi dedikleri, demokrasi diye yutturulan bir yönetimin uygulamalarıyla geçiyor. Çocukluğumda ayakkabılarımız patlaktı, yarı aç yarı toktuk. Bir kalem bir defter bile meseleydi. Şimdi öyle mi? İstemediğin kadar kalem, istemediğin kadar defter!.. O yokluklar içindeyken, Türkiye’nin iyi bir yere geleceğinin inancı içindeydik. Uygarlıkta ilerliyorduk çünkü. Buna inanarak çalışırdık, ağır çalışırdık. Şimdi her şey var, ama uygarlıkta ilerlediğimiz söylenemez. Tüketici olmak uygarlık değil. Lüks arabaya biniyor, bilgisayarı var, cep telefonu var, gökdeleni var… ‘Bu uygarlık değil de ne?’ diyor.  Bursa’ya yaptığımızın neresi uygarlık? İstanbul’a, öteki güzelim şehirlerimize yaptıklarımız ‘barbarlık’ sayılsa da pek uygarlık sayılamaz. Uygarlık anlamında bakarsak, sürekli gerilediğimizi görmemiz lazım.”

YATAR BURSA KALESİNDE
Refik Durbaş, gençliğinin hep İzmir'de geçtiğini, Bursa ile tanışıklığının üniversite yıllarında İzmir ile İstanbul arasında gidip gelirken Santral Garaj'da verilen kısa molalar üzerinden kurulduğunu söyledi. Bu molalarda bile Nazım Hikmet'i ve seneler boyunca hapis yattığı hapishaneyi düşünmeden edemediğini belirten Durbaş, sonrasında Bursa'yı daha iyi tanıdığında,  Nazım'ın yattığı Hapishane'yi önemli tarihsel ve kültürel bir varlığı olarak Bursa'ya yakıştırdığını; orasını Bursa'nın tamamlayıcı bir parçası olarak gördüğünü kaydetti. Durbaş, Cahit Sıtkı'nın Nazım üzerine yazdığı "Bir Şey"  başlıklı şiirini hatırlatıp sözlerini şöyle sürdürdü:
"Cahit Sıtkı Tarancı, 1946'da, Nâzım Bursa'da hapisteyken "Bir Şey" başlıklı bir şiir yazmıştı. Dilden dile dolaşan bu iki bölümlük şiiri yayınlamaya cesaret eden çıkmamıştı. Ta ki, Orhan Veli 1950 sonrasında Yaprak dergisini çıkarıncaya kadar…
Yaprak dergisinin o sayısı Nazım'a ulaştığında, Tarancı'nın hayıflanmasının yanında acımasını da dile getirdiği şiirine bir 'düzeltme' yapmayı zorunlu gördüğü anlaşılıyor. Derginin o sayısı ile Nazım'ın, derginin sayfalarına yazdığı cevap şiiri Piraye'nin sandığından çıktı.
Tarancı'nın,  şiiri şöyledir:

BİR ŞEY…

Bir şey ki hava gibi ekmek gibi su gibi
Lazım insana lazım onsuz yaşanılmıyor
Ana baba gibi dost gibi yavuklu gibi
Kalp titremeden göz yaşarmadan anılmıyor.
Bir şey ki gözümüzde memleket kadar aziz
Aşk ettiğimiz kendimize dert ettiğimiz
Adını çocuklarımıza bellettiğimiz
Bir şey ki artık hasretine dayanılmıyor.

Buraya kadarı şiirin birinci bölümü. İkinci bölümü de şöyle:

Bir şey daha var yürekler acısı
Utandırır insanı düşündürür
Öylesine başka bir kalp ağrısı
Alır beni ta Bursa'ya götürür.
Yeşil Bursa'da konuk bir garip kuş
Otur denmiş oracıkta oturmuş
Ta yüreğinden bir türkü tutturmuş
Ne güzel şey dünyada hür olmak hür.
Benerci Jokond Varan Üç Bedrettin
Hey kahpe felek ne oyunlar ettin
En yavuz evladı bu memleketin
Nâzım ağabey hapislerde çürür.

Yeşil Bursa'daki 'garip kuş', ‘kahpe feleğin türlü oyunlar ettiği, memleketin en yavuz evladı’ hapislerde çürüdüğü düşüncesinde değildir. Cahit Sıtkı'nın o tarihlerde yayınlanmaya dahi cesaret edilemeyen bu şiirini içine sindiremez, sinirlenir de. Piraye'nin sandığından çıkan Yaprak dergisi'nin sayfalarına yazdıkları şöyledir:

 'Sevdalınız komünisttir.
 On yıldan beri hapistir,
 Yatar Bursa Kalesi'nde.
 Memleket toprağındadır kökü.
 Bedrettin gibi taşır yükü,
 Yatar Bursa Kalesi'nde
 Yüreği delinip batmadan.
 Şarkısı tükenip bitmeden,
 Cennetini kaybetmeden,
 Yatar Bursa Kalesi'nde...'
Durbaş, Nazım Hikmet'e yurttaşlığının iade edilmesinin ardından, "mezarını da getirelim mi, getirmeyelim mi" tartışmasının başladığını hatırlatarak şöyle konuştu: "Nazım Hikmet, en önemli yıllarını tutuklu ve hükümlü olarak Bursa hapishanesinde geçirdi. En önemli eserlerini de orada verdi. Tartışıyorduz şimdi; fakat söyler misiniz: Nazım'ın mezar anıtını Rusya'dan taşısak ne olur, taşımasak ne olur? İşte, Nazım'ın mezarı Bursa Hapishanesi'ydi. Onun kıymetini bilebilir, onu koruyabilirdik. Bunu yapabilseydik, Bursa Nazım Hikmet’ten kalan önemli bir anıta sahip olurdu. Ne yazık ki bunu yapamadık" dedi.
 
"KIZILCIK" DA YANITSIZ KALMADI
Refik Durbaş, Nazım Hikmet'in,  Tarancı'nın "Bir Şey" şiirini yanıtladığı gibi gibi, Orhan Veli'nin "Kızılcık" şiirini de, "yanılmıyorsa",  Prag'da yazdığı, çok ünlenmiş bir şiiriyle yanıtladığını söyledi.
Orhan Veli'nin, Cahit Sıtkı Tarancı'nın söz konusu şiirini yayınlamanın dışında da Nazım'a ilgisiz kalmadığını söyleyen Durbaş, "Orhan Veli'nin şiir biçemi ile anlayışı Nazım'ınkinden çok farklıydı. Kızılcık şiiri, hem Nazım'a ilgisinin hem de onun yolunda olmadığının açığa vurulması sayılabilir. Nazım Hikmet Bursa Cezaevi'nde açlık grevine başladığında da, ona destek olmak için açlık grevine gitmişti. O zamanlar için bu cesaret gerektiren bir işti…
Nazım, şöyle yazmıştı:

 benim,
 fakir milletime ikrâm edebildiğim
 bir tek elmam var elimde, doktor,
 bir kırmızı elma
 kalbim..."

Boysan ve Durbaş söyleşinin tamamlanmasının ardından, salon dışında kurulan sergide okurlarına kitaplarını imzaladılar. Boysan ve Durbaş, Basın Müzesi'ni de gezerek müzede sergilenen eserler konusunda bilgi aldılar.

Fotoğrafaltı

Aydın Boysan 1
"Annem, '93 Harbi' (1877-78) sırasında Bulgaristan Lofça'dan Türkiye'ye göçmüş bir ailedendi. Annemler bu şehirde uzun yıllar yaşadılar. Çocukluğumun bir kısmı burada geçti. Doğduğumda (1921) Bursa düşman ayakları altındaydı. Bugün geldiğimde, Bursa'nın düşman ayakları altında olmadığını, ama gökdelenlerin ayakları altında olduğunu gördüm. Boydan boya gökdelenlere çiğnetmişiz bu tarihi ve zarif kenti… Annemin yaşadığı sokak Simkeşhane’ydi. Simkeşhane, olmuş Gümüşçeken! Olur mu? Sokak adlarını neden değiştirirler, anlamış değilim…

Aydın Boysan 2
"Mizahı güldürmek amaçlı olarak düşünmemek lazım. Mizah güldürmek için değildir. Platon, 'Atina'yı tanımak istiyorsanız Aristofanes'i okumalısınız' diyor. Özellikle de Aristofanes'in Kuşlar oyununu salık veriyor. Hayal çirkinse, bilin ki kabahat hayalde değildir. Neden? Aynayı tutan, aynanın gösterdiğinden sorumlu tutulamaz da ondan. Çünkü  aynada görünen aynanın yansıttığından başka bir şey değil. Bu bakımdan mizah, ‘güldürme sanatı değil düşündürme sanatıdır’  demek gerekiyor.

Aydın Boysan 3
İnsanlar en çok ölüm ve hastalığı ciddiye alıyor. Kolayına kaçıyoruz bunu yaparken.  Zor olan gülmeyi, neşeyi ciddiye almaktır. Yaşayışın sözünü etmekten kaçınmak korkaklıktır. Bir dostun başka dünyalara göçüşü yürek yakar tabii. Ama o ateşi gömmeli. Küllenmeyen ateş biter... Kaloriferli evde büyüyen çocuklar bilmez bunu. Mangalda küle gömülüp ertesi sabah üflenince kıvılcımlanan köz parçası nasıl da yürek ısıtır! Göçen dostları, tıpkı küller gibi, sevgiye gömmelidir…

Aydın Boysan 4
Çocukluğumda ayakkabılarımız patlaktı, yarı aç yarı toktuk,  ama Türkiye’nin iyi bir yere geleceği inancı içindeydik. Uygarlıkta ilerliyorduk çünkü.  Şimdi her şey var ama uygarlıkta ilerlediğimiz söylenemez. Tüketici olmak uygarlık değil. Lüks arabaya biniyor, bilgisayarı var, cep telefonu var, gökdeleni var! ‘Bu uygarlık değil de ne?’ diyor.  Bursa’ya yaptığımızın neresi uygarlık? İstanbul’a, öteki güzelim şehirlerimize yaptıklarımız ‘barbarlık’ sayılsa da pek uygarlık sayılamaz. Uygarlık anlamında bakarsak, sürekli gerilediğimizi görmemiz lazım.”

Refik Durbaş 1
"Cahit Sıtkı, 1946'da, Nazım Bursa'da hapisteyken "Bir Şey" başlıklı bir şiir yazmıştı. Dilden dile dolaşan bu iki bölümlük şiiri yayınlamaya cesaret eden çıkmamıştı. Ta ki, Orhan Veli 1950 sonrasında Yaprak dergisini çıkarıncaya kadar…Yaprak dergisinin o sayısı Nazım'a ulaştığında, Tarancı'nın şiirine bir 'düzeltme' yapmayı zorunlu gördüğü anlaşılıyor. Derginin o sayısı ile Nazım'ın, derginin sayfalarına yazdığı ‘cevap şiiri’ Piraye'nin sandığından çıktı. “

Refik Durbaş2
“Yeşil Bursa'daki 'garip kuş', ‘kahpe feleğin türlü oyunlar ettiği, memleketin en yavuz evladı’ hapislerde çürüdüğü düşüncesinde değildir.  Piraye'nin sandığından çıkan Yaprak dergisi'nin sayfalarına yazdıkları şöyledir:'Sevdalınız komünisttir.
 On yıldan beri hapistir,
 Yatar Bursa Kalesi'nde.
 Memleket toprağındadır kökü.
 Bedrettin gibi taşır yükü,
 Yatar Bursa Kalesi'nde
 Yüreği delinip batmadan.
 Şarkısı tükenip bitmeden,
 Cennetini kaybetmeden,
 Yatar Bursa Kalesi'nde...'

Refik Durbaş 3
"Biliyorsunuz; Nazım Hikmet, en önemli yıllarını Bursa hapishanesinde tutuklu ve hükümlü olarak geçirdi. En önemli eserlerini de orada verdi. Tartışıyoruz şimdi; fakat söyler misiniz: Nazım'ın mezar anıtını Rusya'dan taşısak ne olur, taşımasak ne olur? İşte, Nazım'ın mezarı Bursa Hapishanesi'ydi. Onun kıymetini bilebilir, onu koruyabilirdik. Bunu yapabilseydik, Bursa Nazım Hikmet’ten kalan önemli bir anıta sahip olurdu. Ne yazık ki bunu yapamadık…
Refik Durbaş 4
Orhan Veli'nin şiir biçemi ile anlayışı Nazım'ınkinden çok farklıydı. Kızılcık şiiri, hem Nazım'a ilgisinin hem de onun yolunda olmadığının açığa vurulması sayılabilir. Nazım Hikmet Bursa Cezaevi'nde açlık grevine başladığında da, ona destek olmak için açlık grevine gitmişti. O zamanlar için bu cesaret gerektiren bir işti… Nazım, şöyle yazmıştı:

benim,
fakir milletime ikrâm edebildiğim
bir tek elmam var elimde, doktor,
bir kırmızı elma
kalbim..."

Özgeçmiş


Aydın BOYSAN
İstanbul 1921. Mimar,yazar, öğretim üyesi.
Çocukluğu Bursa ve İstanbul’da geçti. Pertevniyal Lisesi’ni 1939 yılında,   Mimar Sinan Üniversitesi (eskiden: Güzel Sanatlar Akademisi) Mimarlık Bölümü’nü 1945 yılında bitirdi. Türkiye Mimarlar Odası’nın kurucuları arasında yer aldı. Yönetim Kurulu Üyesi, İLK Genel Sekreteri ve İstanbul Şubesi Başkanı oldu. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde 15 yıl ders verdi (1957-1972). Ulusal ve uluslararası olmak üzere çok sayıda mimarlık ödülleri kazandı. Hürriyet ve Akşam gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Mimarlık mesleğini 1999’a kadar aralıksız sürdürdü. Kitaplarından bazıları: Şerefe, Ne Hoş Zamanlar, Fısıltı, Neşeye Şarkı, Dostluk, Felaketten Bir Gün, Aynalar, Dünyayı Severek, İstanbul’un Kuytu Köşeleri, Yüzler ve Yürekler, Aldanmak, Hayat Tatlı Zehir...


Refik Durbaş
Erzurum-Pasinler  1944. Şair, yazar, gazeteci.
Liseyi İzmir’de bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki öğrenimini tamamlamadı. İlk şiiri Ege Ekspres’te çıktı. Devinim, Gösteri, Sanat Olayı, Soyut, Papirüs gibi dergilere yazdı. Evrim ve Alan dergilerini yayınladı ve Yeni A’da yazı işleri müdürlüğü  yaptı. Cumhuriyet gazetesinden 1992 yılında emekli oldu. Yayımlanan kitaplarından bir kısmı: Kuş Tufanı, Hücremde Ayışığı, Çırak Aranıyor, Çaylar Şirketten, Nereye Uçar Gökyüzü, Siyah Bir Acıda, Bir Umuttan Bir Sevinçten, Adresi Uçurum, Geçti mi Geçen Günler, Menzil, İki Sevda Arasında Kara Sevda, Düşler Şairi, İstanbul Hatırası (şiir); Ahmet Arif Anlatıyor:Kalbim Dinamit Kuyusu (röportaj); Şair Cezaevi Kapısında, Galata Köprüsü, İlhami Bekir'den Mektup Var, Anılarımın Kardeşi İzmir (inceleme); Yazılmaz Bir İstanbul (deneme)…

ÜYELERİMİZE İNDİRİM YAPAN FİRMALAR

BGC üyelerine indirim yapan sağlık ve eğitim kurumları ile yapılan sözleşmeler yenilendi. devamı

BGC ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU...

Bursa Gazeteciler Cemiyeti tarafından geleneksel olarak organize edilen “BGC Başarı Ödülleri Yarışması”... devamı

BİK GENEL MÜDÜRÜ DURAN: “BASINIMIZA KATKI İÇİN VARIZ”

Basın İlan Kurumu Genel Müdürü Rıdvan Duran, BGC Başkanı Nuri Kolaylı’yı Basın Kültür Sarayı’ndak... devamı

BGC ÖDÜL SÜRECİ BAŞLADI

Bursa Gazeteciler Cemiyeti tarafından her yıl geleneksel olarak organize edilen Gazetecilik Başarı Ödülleri Y... devamı

Marmara Bayram’ın konusu “Bursa turizmi”

Marmara Bayram Gazetesi’nde ana konu olarak “Bursa turizmi ve Bursa’nın bilinmeyen yöreleri” ele alınaca... devamı