FAİK BULUT - ERDOĞAN AYDIN
FAİK BULUT:
İSRAİL, FİLİSTİN HALKININ ÖZGÜRLÜK İSTEĞİNİ ÖLDÜRMEYİ AMAÇLIYOR…
ERDOĞAN AYDIN:
TÜRKİYE İSRAİL’İN GAZZE’YE SALDIRISI KARŞISINDA İYİ BİR SINAV VEREMEDİ.
Uludağ
Üniversitesi, Nilüfer Belediyesi ve Bursa Gazeteciler Cemiyeti'nin
ortaklaşa düzenlediği Aydınlarla Yüz Yüze söyleşilerinin ikincisi, BKS
Uğur Mumcu Salonu'nda yapıldı. BGC Başkanı Nuri Kolaylı'nın yönettiği
"Ortadoğu'da Son Gelişmeler ve Türkiye" başlığını taşıyan söyleşinin
konukları Faik Bulut ve Erdoğan Aydın'dı.
Gazeteci, Yazar,
Araştırmacı Faik Bulut söyleşisinde; Ortadoğu'daki genel durumu ve
Filistin'deki son gelişmeleri değerlendirerek, "Türkiye'nin son olaylar
karşısında iyi bir sınav veremediğini" söyledi. İsrail'in Gazze'ye
saldırmakla elde ettiği sonucun "hiç" olduğunu da ifade eden Faik
Bulut, "İsrail, Filistin halkının bağımsızlık ve özgürlük isteğini
öldürmek istiyor" dedi.
Gazeteci, Yazar Erdoğan Aydın ise, dünyanın
"çok kötü üç hafta" geçirdiğini belirterek başladığı söyleşisinde; " Bu
üç haftada Gazze'de büyük çoğunluğu çocuk ve kadın bin dört yüz kişi
öldürüldü. İsrail'in hedefinde, öne sürdüğü gibi ‘Hamas' örgütü değil
tüm Gazze halkı vardı. BM, İsrail ordusuna koordinatlarını verdiği
okulların vurulmasını acz içinde seyretmekle yetindi" dedi.
Uludağ
Üniversitesi, Nilüfer Belediyesi ve Bursa Gazeteciler Cemiyeti'nin
ortaklaşa düzenlediği Aydınlarla Yüz Yüze söyleşilerinin ikincisi,
Basın Kültür Sarayı Uğur Mumcu Etkinlik Salonu'nda yapıldı. Bursa
Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nuri Kolaylı'nın yönettiği "Ortadoğu'da
Son Gelişmeler ve Türkiye" başlığını taşıyan söyleşinin konukları, bu
alanda çok sayıda kitapları ve makaleleri bulunan Faik Bulut ile
Erdoğan Aydın oldu.
BGC Başkanı Kolaylı, söyleşiye katılması
beklenen Evrensel dergisi ve Hayat TV genel yayın yönetmeni Aydın
Çubukçu'nun ağır bir rahatsızlık geçirmesi nedeniyle Bursa’ya
gelemediğini ve tedavi altında bulunduğu hastaneden mesaj ileterek
katılımcılardan ve izleyicilerden ‘bağışlanmasını’ dilediğini açıkladı.
Faik Bulut ve Erdoğan Aydın, iki saati aşan söyleşide konuya ilişkin görüşlerini açıklayıp soruları yanıtladılar.
İSRAİL HİÇBİR ZAMAN HAKLI DEĞİL
Yazar,
Araştırmacı Faik Bulut, konuşmasının girişinde “güncel soruna
gelebilmek için” Ortadoğu'daki genel durumun, Filistin'deki
gelişmelerin ve İsrail'in Gazze’ye saldırısının “ana çizgileriyle” ve
“özet halde” bir değerlendirmesini yapmaya ihtiyaç olduğunu söyledi.
Ortadoğu’nun “Tarihten gelsin, güncel olsun tüm sorunlarının
emperyalizm ve sömürü olgusuyla birlikte ele alınmadan
anlaşılamayacağını” söyleyen Faik Bulut, Filistin-İsrail sorunlarıyla
ilgili olarak da “İsrail hiçbir zaman haklı değildir. Gazze’ye
saldırırken, Batı Şeria’ya saldırırken, Lübnan’a yahut Suriye’ye
saldırırken, gerekçesi ne olursa olsun haksız olan, saldırgan olan hep
İsrail’dir!” dedi.
Bu sözlerinin “duygusal” olarak düşünülmemesini
isteyen Bulut, “Şu kadarı doğrudur: Ben bireysel olarak Filistin
halkının yanındayım. Benim de içinde yer aldığım 68 devrimci kuşağından
çok sayıda devrimci Filistin’de İsrail ordularına karşı savaştı.
Filistinli kardeşlerinin yanında can verdi. İsrail hapishanelerini ve
Arap rejimlerinin hapishanelerini tanıdı. Biz isyanların çocuklarıyız.
Ezilenlerin yanında yer almamız çok doğal. Fakat duygusal sebeplere
dayanmıyor tesbitlerim. Gerçek olgulara ve gerçek durumun analizine
dayanıyor. Çünkü İsrail, ‘köleleştirilmiş bir Filistin’ arzusundan,
bütün tarihi boyunca hiçbir zaman vazgeçmedi. Savaşları da, diplomasiyi
de, barış manevralarını da hep bu amacına bağlı olarak kullandı…” diye
konuştu.
IRAK’TAN ASKER ÇEKECEK AMA…
Günlük gazetelerin haber
başlıklarına, ajans bültenlerinin yaydıklarına ve televizyonlarda
spikerlerin durmadan tekrarladıklarına bakıldığında, “Obama geliyor,
Ortadoğu'da artık her şey daha iyi olacak’ şeklinde, tüm dünyada çok
yaygın bir iyimserliğin ve iyi beklentilerle dolu bir havanın esmekte
olduğunun görüleceğini” ifade eden Yazar Faik Bulut, “Yazık ki bu
bakış açısı, bu iyimser beklenti, doğru bir durum tespitinden değil,
ciddi bir yanılgıdan besleniyor. Yanılgının kaynağı, bu türden düşleri
yaymanın en etkili iki aracı olan Amerikan demokrasisi ile Amerikan
medyasıdır. Öyle bir kampanya uygulanıyor ki, bizler, bir ‘iyi oğlan’,
bir de bir “kötü oğlan’ görüyoruz sahnede. Fakat bu hiçbir zaman bir
gerçekliği ifade etmiyor. Çünkü ABD'nin dış politikası başkanlara göre,
başkanların kişisel görüşlerine veya medyaya sundukları fotoğraflarına
göre diyelim, değil, onları iş başına getiren çevrelerin politikasına
göre değişir” dedi.
Huseyin Obama'nın, Irak'tan asker çekeceğine
ilişkin açıklamalarına da değinen Faik Bulut, şöyle konuştu: "Obama
Irak’tan Asker çekecekmiş! Öyle söylüyormuş!.. Bana da sorarsanız:
‘Doğru söylüyor; evet, Irak’tan asker çekecek’ derim. Asker çekecek,
ama sokaktan çekecek! Irak’ta şimdiden sayısı elliyi bulan ve tamamıyla
izole askeri bir yaşamın sürdüğü ABD üslerine ve çok daha fazla
sayıdaki (sanıyorum, 100’den fazla) ABD kışlalarına çekecek
askerlerini!.. Afganistan'da, hatta belki Pakistan’da Taliban
hareketinin üzerine daha fazla güç gönderebilmek için çekecek!.. Çünkü
buna şiddetle ihtiyacı var ABD’nin…”
Obama’nın, “Irak’tan asker
çekmekten söz ederken söylemek istediği ile bize yansıtılanların bir
birinden çok farklı olduğunu” savunan Faik Bulut, sözlerini şöyle
sürdürdü:
“ABD’nin Obama ile birlikte Irak’ı rahat bırakacağını sananlar, yahut böyle görmek isteyenler çok fena aldanıyor…
Büyük
Ortadoğu Projesi (BOP) Bush'la birlikte gitti! Yalnız Bush'un hataları,
başarısızlıkları yüzünden değil, ABD çıkarları da böyle gerektirdiği
için gitti! ABD, Bush’un BOP’unun yerine Obama BAP’ını, yani Büyük Asya
Projesi'ni uygulamak istiyor. Irak, amaç için gerçekte bir ara
istasyondu. Şimdi bu istasyondan daha doğuya, Çin'e doğru gitmesi
gerekiyor ABD katarının. Büyük Asya Projesi, ABD'nin gerek askeri,
gerek siyasi, gerekse ekonomik anlamda Afganistan'da, Tacikistan'da,
Türkmenistan'da, Moğolistan'da daha etkin, daha aktif şekilde müdahil
olması anlamına geliyor.
BOP çökmüştür diyoruz. Fakat BOP’un
çöküşü, Obama’nın Filistin sorununu çözmek isteyeceği anlamına
gelmiyor. ABD zaten dünya genelindeki hükümranlığını giderek kaybetmeye
başlamıştır. Çünkü ekonomik gücünü giderek yitirmektedir. Ticari
yapısı, sanayisi giderek çöküşe geçiyor. ABD şu aşamada sadece askeri
anlamda güçlüdür; Ortadoğu’da uyguladığı politika da sadece askeri
anlamdaki bu güce dayanmaktadır."
GAZZE MISIR'A, BATI ŞERİA ÜRDÜN'E…
Faik
Bulut, İsrail'in başlangıçtaki açıklamalarına bakılacak olursa, Gazze
saldırısında elde ettiği sonucun yalnızca bir “hiç" olduğunun
görüleceğini, İsrail’in ne askeri ne de siyasi başarısından gerçekten
de hiçbir şekilde söz edilemeyeceğini söyledi. Hamas'ın bu savaştan
daha güçlenmiş olarak çıktığını da ifade eden Bulut, "İsrail'in asıl
hedefi Filistin halkının bağımsızlık ve özgürlük isteğini öldürmektir"
dedi. İsrail'in, Filistin’in birbirinden farklı güçleri, kuvvetleri
arasında her zaman ayırım yaptığını, geçmişte Marksistlere karşı El
Fetih'in, ardından El Fetih'e karşı Hamas'ın, günümüzde de Hamas'a
karşı El Fetih'in egemenliğini isteyen bir tutum içinde göründüğünü
söyledi. “Bu iyi hesaplanmış ve kurnazca uygulanan politikanın”,
Filistin direnişini zayıf düşürmekten başka amacının olmadığını
belirten Bulut, İsrail uzun vadede, "Gazze'yi ‘halledip’ Mısır'a
devretmek, ardından da Batı Şeria'yı ‘halledip’ Ürdün'e devretmek
istiyor" dedi.
Bulut, İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla başlayan
süreçte, “Türkiye'nin yalnızca el yordamıyla” bir şeyler yapmaya
çalıştığını, “bu yüzden de süreç üzerinde hiçbir şekilde etkin
olamadığını” söyledi. Bulut, "Türkiye'nin elinde derinliği olan,
üzerinde iyi çalışılmış, iyi düşünülmüş bir dosyası yoktu. Maalesef
yoktu!.. Arap ülkelerindeki büyükelçilerini bir araya getirip
görüşlerini almayı ve onlara İsrail’in Gazze’ye saldırısının anlamını
danışmayı bile gereksiz bulmuştu!.. Açıktır ki, ‘iyi bir dosya’ böyle
el yordamıyla oluşturulamaz. Türkiye iyi bir dosyası olmadığı için, bu
son krizde de ne bölgede, ne dünyada ciddiye alındı" dedi.
ARABULUCULUKLA BİR YERE VARILAMAZ
Türkiye’nin
böylesi bir krizde istese de “çok iyi bir dosya oluşturamayacağını”
ifade eden Bulut, “Çünkü Türkiye’nin bu alanda uzmanları yok; Türkiye
uzmanlığı önemsemiyor” dedi. Bulut, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Türkiye
ABD’nin ve Batı’nın önceliklerine göre hareket ediyor. Oysa ABD’nin
öncelikleri ile Türkiye’nin öncelikleri aynı değil. Bundan dolayı da
Ankara’nın Batı’nın önceliklerine göre hareket etmesi yanlıştır.
Türkiye, ülkesindeki insanların çıkarları için harekete geçmiş değil.
Türkiye’nin öncelikleri içerisinde El Kaide diye bir şey yoktur,
olmamalıdır da. Ama Batı böyle bir önceliğe sahip diye, Türkiye de buna
ayak uydurmaya çalışıyor… Bir de, çok fazla ısrar edilen, çok fazla
üzerinde durulan ‘arabuluculuk’ olayı var. Türkiye’nin bugüne kadar
arabuluculuk yaparak çözebildiği tek bir önemli sorun gösterebilir
misiniz? Yoktur böyle bir şey… Filistin ile İsrail arasında
arabuluculuk! Suriye ile İsrail arasında, İran ile Batı arasında,
Gürcistan’la Rusya arasında, Azerbaycan ile Ermenistan arasında
arabuluculuk yapılarak elde edilecek bir sonucun olabileceğini düşünmek
için, ABD’nin ve genel olarak Batı’nın adı geçen ülkeler ve bölgeler
üzerinde hesaplarının olmadığını, olmayacağını düşünmek lazım. Bu da
besbelli ki hiç gerçekçi bir düşünüş olmaz! Türkiye kendi meselesini,
örneğin Kürtlerle olan meselesini bırakıp Irak’ın meselesini, İran’ın
veya Gürcistan’ın meselesini çözebilir mi?..
Kısacası, Türkiye
bugüne kadar arabuluculuk yaparak hiçbir sorunu çözememiştir. Yani bu
arabuluculuk olayını bir yana bırakması, bir dış politika olarak ikide
bir öne sürmemesi, hatta ortadan kaldırması gerekir… Bunun yanında
ikili anlaşmalarla bağlandığı taraflar var. Bir tarafa anlaşma yoluyla
bağlanmışsan, öteki taraf ‘arabulucu’ olarak seni ciddiye alır mı?
Demek ki, Türkiye’nin etkili olmak istiyorsa, böylesi ikili
anlaşmalardan da yakasını kurtarması lazım… “
MEKİK DİPLOMASİSİ BİR EKİP İŞİDİR
Faik
Bulut, ABD’nin bir dönem Henry Kissinger üzerinden yürüttüğü mekik
diplomasisinin “başarılarını” hatırlatan ve “Başbakan Erdoğan’ın
AKP’ye yakın bir dışişleri bürokratı ile Ortadoğu’da yürüttüğü ‘mekik
diplomasisi’ niçin aynı başarıyı sağlamasın?” diye soran bir
dinleyiciyi şöyle yanıtladı:
“Türkiye’nin dışişleri kadrosu, daha
doğrusu diplomat kadrosu 800 kişidir. Birçok ülke için bu bir
‘diplomatlar ordusu’ sayılabilir, ama Türkiye için değil. Ama daha
önemlisi, hangi meseleye bakarsanız bakın, uzman kadrosu yoktur
Türkiye’nin. Dosyalara hakim olan kadrosu yoktur. Büyük ülkeler
arasındaki sorunlar mekik diplomasisi ile çözülür, çözülmesine de,
mekik diplomasisi bir ekip işi olarak görülür ve iyi bir ekiple
yürütülürse… Her konu için yetiştirdiğiniz 10-15 kişilik bir uzman
diplomat ekibiniz olur. Onlarla gidersiniz sorunları ele alır çözüm
önerilerini ortaya koyarsınız. O ekibiniz tüm zamanını, tüm dikkatini
sadece o konuya ayırır. Sadece o konu üzerinde yoğunlaşmasını
sağlarsınız… Türkiye’nin böyle ekipleri maalesef yok. Türkiye’nin buna
ayıracak bütçesi de yok. Kissinger’in Mısır-İsrail ilişkisinde ve Çin
Halk Cumhuriyeti-ABD ilişkisinde uyguladığı mekik diplomasisi, tam
yetkili bir diplomatın uçağa binip başkentler arasında gidip
gelmesinden ibaret değildi. Alanlarında uzmanlıkları ve yetenekleri
tartışılamayack çok sayıda insanın (bunların arasında, diplomatların
yanında bilim insanları, sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, sporcular
vardı), yıllar süren çalışmalarının üzerinde yükseliyordu o diplomasi.
Kissinger da, şüphesiz çok parlak bir diplomat ve ele aldığı sorunlar
konusunda parlak bir uzmandı, ama bir ekiple yürütüyordu işlerini…
Fakat
uzmanlıktan da önemli bir şey varsa, o da bir ülkenin bağımsız bir
politikaya sahip olması, ele aldığı meselelerde ABD’nin filan, ağzıyla
konuşmamasıdır. Bugünkü sürece baktığımızda Arap başkentleri arasında
tur atan Davutoğlu’nun herhangi bir somut başarısından söz edecek
durumda değiliz. Bu turların bir başarı beklentisiyle yapıldığı dahi
kuşkuludur. Türkiye’nin Ortadoğu meselelerine derinlemesine dalması,
hele bu acemiliğiyle, Türkiye’yi tipik bir Ortadoğu ülkesinden bir adım
ileriye götürmez. O nedenle atılan adımların daha akılcı adımlar olması
gerektiğini düşünüyorum. ‘Kasımpaşalı delikanlı havaları’ ile bu
işlerin yürüyebilmesi çok zor…”
DİNSEL AKIMLAR YÜKSELİŞTE, ÇÜNKÜ…
Yazar
Faik Bulut, İslamcı akımların yükselişine ilişkin bir soru üzerine,
sözü edilen “yükselişin” yalnızca İslam dinine ve Müslüman ülkelerde
“Politik İslam”ın yükselmesine özgü olmadığını, bu olgunun günümüzde
tüm dünyada izlenebildiğini söyledi. Bulut, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Müslüman
ülkelerdeki dinsel yükseliş, mezhep, tarikat, cemaat, sosyolojik ve
kültürel dindarlık, selefilik ve nihayet ‘Siyasal İslam’ olarak
karşımıza çıkıyor. ABD'de ise ‘Moon’ gibi, ‘Scientific’ türünden
tarikatlar ve bunlardan farklı olarak ‘Evangelist’ler var. Bush'un
başkan seçilmesinde bu bağnaz dincilerin (Evangelistler’in 80 milyon
üyesinin olduğu sanılıyor) etkin rol oynadığı biliniyor. Şintoculuk,
Konfüçyüsçülük, Hinduizm’de de belirgin yükseliş var. Bunlar da,
diğerleri gibi bir taraftan sosyal hayatı yönlendirirken, bir taraftan
da politik niteliğe bürünebiliyor. İsrail'de koalisyon hükümetleri,
parti, cemaat, tarikat şeklinde örgütlenmiş ve her seçimde parlamentoya
giren bağnaz Yahudilerle ittifaka girmeden kurulamıyor. Avrupa’da da,
dinci akımların (Hıristiyan, Müslüman ve Hindu) el ele verip Avrupa
Anayasası üzerinde etkili oldukları hatırlanmalı…
Arap ülkelerinde,
siyasal İslamcılar ‘şeriat’, kimi durumlarda ise ‘daha fazla şeriat’
talebi üzerine kurulu bir propaganda ile parlamentoya giriyor; ve
cemaat ortaklığı yolu ile kendi sermaye gruplarını yaratabiliyorlar.
Dini yükseliş salt Türkiye'ye özgü bir fenomen değil. Sosyalizm
iddiasına sahip Sovyet blokunun çöküşü, dünyanın her yerinde insanların
geleceğe olan güvenlerini sarstı; umutlarını, ideallerini, ülkülerini
zayıflattı. Dünyada en çok satan kitaplar Marks, Lenin, Mao gibi
sosyalist düşünürlerin kitaplarıyken, şimdilerde en çok satan kitaplar
din adamlarının, şeyhlerin, papazların veya hahamların eserleridir. Bu
umut kaybında bazı solcuların da payı vardır. Marks, dini tanımlarken,
‘Din, can çekişen dünyanın ruhudur, umududur’ demişti. Sosyalizm
karşıtları ise, kimi solcuların da katkısıyla, Marks'ın bu özdeyişini
hep göz ardı edip yerine, Marks'a atfen ‘din, halkların afyonudur’
dediler. Bu propagandayı sürdürüyorlar…”
BATICI GÖRÜŞ VE PROJELER İFLAS ETTİ
Bulut,
dünyanın hemen her ülkesinde dinci eğilimlerin güç kazanması ve dinin
siyasallaşması olgusunun güçlü siyasal, sosyal ve ekonomik nedenlerinin
bulunduğunu ifade ederek, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Batı'nın eski
sömürgeleri, 1960’lardan itibaren ulus-devletler kurdular. Bunun kolay
olmadığını, kimi ülkelerde çetin ulusal kurtuluş savaşları
gerektirdiğini biliyoruz… Bu yeni ülkelerin yoksul halkları,
ulus-devletlerinden yalnız siyasal değil, sosyal bir kurtuluş da
beklediler. Asya, Afrika ve Latin Amerika'daki ezilmiş, sömürülmüş
halkların ulus-devlet aracılığıyla esenliğe, refaha ulaşacakları ümidi
çok güçlü, çok canlı bir ümit olarak bir zaman yaşadı. Yeni ulus
devletlerin resmi propagandası da sürekli bu yöndeydi: Sabredin her şey
düzelecek! Sabredin emperyalistleri dize getiriyoruz! Sabredin,
kurtuluş çok yakın!..
Bu propaganda ‘palavra’dan ibaret değildi
şüphesiz. Özellikle bazı ülkeler, halkın durumunu iyileştirmek ve genel
refahı artırmak amacıyla çok iddialı Milli Kalkınma Projeleri
başlattılar. Az çok mesafe de aldılar. Ancak sağlanan başarılar, halkın
yüksek beklentisinin yanında çok anlamlı olamadı. Ayrıca birçok ülkede
iç çekişmeler, dış müdahaleler, yeni sömürgeci politikaları,
işbirlikçilerin askeri darbeleri, yozlaşmış Batıcı bürokrasi projelerin
işleyişini engelledi. Örneğin, Arap ulus-devletlerinin başarısızlığında
ABD ve İsrail’in bu devletlere karşı yürüttüğü faaliyetin çok büyük
rolü vardır. İsrail’in, ABD’nin desteğiyle onlara karşı yürüttüğü 1967
savaşı Mısır’a, Suriye’ye, Irak’a, Ürdün’e ve Lübnan’a yenilginin
utancı yanında ekonomik bakımdan yıkım da getirdi. Benzer bir durumla
bir kez daha karşılaşmamak için özellikle Suriye, Irak ve Mısır, ulusal
kaynaklarının önemli bölümünü ordularını güçlendirmeye ve yeni savaş
araçlarıyla donatmaya ayırmak zorunda kaldılar. Öte yandan bu yeni
devletlerin yönetim kadrosu laik ve Batıcı idi. Kalkınma projeleri
eğitimde, askerlikte, siyasette, hukukta ve sosyal yaşamda çağdaşlığı
amaçlıyordu. Eski sınıfların, sömürge kalıntılarının şiddetle muhalif
oldukları bir durumdu bu. Ulus devletlerin her başarısızlığı da onları
güçlendirdi. Bu süreçte, Sol muhalefet arada bir güçlendiyse de
genellikle güç kullanılarak bastırıldı. Sonuçta, İslamcılığın ‘Tek
Çare, Tek Kurtuluş, Tek Gerçek Yol’ olduğu yolundaki propaganda ulus
devlet karşısında giderek güçlendi. Bezgin ve umutsuz halk, ister
istemez dine imana sarılmak, bir türlü gelmeyen ‘kurtuluşu’ da ‘Önce
Allah'tan, sonra İslamcı örgütler’den’ beklemeye başladı…
FAİZSİZ BANKACILIK ve HELAL TİCARET
Siyasal
İslam’ın Müslüman halkın çoğunlukta olduğu “Üçüncü Dünya Ülkeleri”ndeki
yükselişi ile “Küresel Sermaye’nin dizginsiz yayılışı” arasında da bir
ilişki bulunduğunu belirten Faik Bulut, “Küresel sermaye her yanı
kapladı; çok uluslu şirketler kuruldu. Yerli kuruluşlar ya iflas, ya
da küresel sermaye ile bütünleşmek seçeneksizliğiyle karşı karşıya
kaldı. Özellikle petro-dolarlardan nemalanıp palazlanan Arap-İslam
sermayesi, din-iman söylemini kullanmak suretiyle, çökmekte olan milli
pazardaki malların üstüne konmaya başladı. Halkın yerli, ulusal ve dini
duygularını istismar ederek, İslami sermayenin sanki ‘Müslümanların öz
malı, yerli malı’ imiş gösterdi. ‘Faizsiz bankacılık ve helal ticaret’
adı altında gelişen bu sermaye, esasında Batı sermayesinin
işportacısıydı” dedi.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve dünyanın
“tek kutuplu” olarak nitelendirilen duruma gelmesinin milliyetçilerin
ve milliyetçiliğin iflasını hızlandıran önemli bir etken olduğunu
kaydeden Bulut; dinselliğe sürekli atıf yapan cemaatlerin, tarikatların
ve siyasal İslamcı örgütlerin bu aşamada devreye girip, kendi
bankalarını, şirketlerini, okullarını, dershanelerini, hastanelerini
kurup geleneksel devletçi iktisadi yapılara seçenek oluşturduğunu,
siyasal erk aracılığıyla da o yapıları eritip ortadan kaldırdığını
söyledi. Bulut, bu süreci şu sözleriyle özetledi:
“İflas eden
ulus-devletin içinde bir cemaat-devleti gibi hareket ederek, insanları
din-iman ve sermaye temelinde örgütlediler. Filistin'de Hamas,
Lübnan'da Hizbullah, Mısır'da Müslüman Kardeşler, Türkiye'de kimi Nurcu
ve Nakşi tarikatlar, Körfez ülkelerinde bizzat petro-dolarcı
yönetimlerle sonradan türeme girişimciler bizzat yatırımcı ve
sermayedar olarak karşımıza çıktılar.”
‘SOSYAL DEVLET’İN SONU VE SİYASAL İSLAM
Bulut,
Türkiye’de son 50-60 yılda “Türk-İslam Sentezi”nin devlet ideolojisi
olarak dayatılmasının ve bununla birlikte “sosyal devlet” ilkesinin bir
kenara itilmesinin de Siyasal İslam’ın güç kazanmasında önemli bir
etken olduğunu söyledi. Bulut, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Türkiye'de
bu, IMF politikaları, küreselleşme, özelleştirme, şirket evlilikleri,
ülkeyi pazarlama, vs. biçiminde gelişti. Eh, sosyal devlet çökünce,
sermaye altyapısı güçlü tarikat ve cemaatler ‘hayır işleriyle’ devreye
girdi. Bunların güdümünde açılan öğrenci yurtları, hastaneler,
marketler, ticari işletmeler müminlere iş sağlamanın, kurban eti
vermenin, pirinç-kömür yardımında bulunmanın, öğrencilere burs temin
etmenin vasıtaları gibi gösterildi. Böylece ‘hayır işleri’nin, pekala
sosyal devletin yerini alabileceği ispatlanırken, ‘sosyal devlet’e
temel oluşturan Kamu İktisadi Teşebbüsleri ile kamu hizmeti veren
kurumların gereksiz oldukları görüşünün güç kazanması da
sağlanmaktaydı. Böylece el attıkları insanları dini çerçevede
örgütlediler; özellikle kızların türban takmalarını baş hedef olarak
belirlediler. İnayet-sadakat, hayır-hasenat biçimindeki bu örgütlenme
tarzının, geleneksel (tarikatçılık) ve siyasal İslam'ın yükselişinde
önemli bir rolü olmuştur, olmaktadır. Kürt meselesi nedeniyle yerinden
yurdundan edilen milyonlarca insan Batı'ya göçünce, sosyal devletin
yokluğunda, bu aç-bilaç insan aç kalacağına en yakın ‘tarikat veya
cemaat’in himayesine girmek zorunda kaldı. Türkiye'yi yöneten
özellikle liberal-muhafazkar ve dinci kesimler, ABD politikaları
çerçevesinde ‘komünizme karşı mücadele’ zemininde dini sürekli istismar
ettiler. Sol ve ilerici güçlere karşı, Türkçü-İslamcı kesimleri
kullanageldiler. Bu zihniyet 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980'de zirveye
çıktı. Tarikatçılık ve cemaatcılığın çok yayılması, laiklik bekçiliği
iddiasıyla darbe yapan Kenan Evren benzeri askerlerin yanlış
siyasetleri sayesinde olmuştur…”
Bulut, olayın bir de “psikolojik”
boyutu olduğuna dikkat çekerek “Türkiye’de günümüzde olup bitenler için
şunu söyleyebiliriz: Umutsuz, idealsiz, ekonomik bakımdan korunmasız,
okumuş da olsalar eğitimsiz ve kültürsüz yığınlar; mevcut sistemin
farklı kanatları (liberal, muhafazakar, İslamcı, vs) tarafından serseme
döndürülmüştür. Özellikle dini zeminde meseleyi ele alan siyasal parti
ve oluşumlar, ‘mutlu gelecek, altın çağ, kurtuluş yolu’ olarak
İslamcılığı öne sürmekteler. Temiz duygularla dine-imana sarılan
çaresiz insanlar, bir süre sonra tarikatçı veya siyasal İslamcı
kesimlerin kadrolarını, kitle tabanını oluşturmaktadır” dedi.
ERDOĞAN AYDIN:
DÜNYAMIZ BİRAZ DAHA KARARDI
Erdoğan
Aydın, İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri saldırısını değerlendirerek
başladığı konuşmasında, “Dünyanın olağanüstü kötü ve insan kalabilmeyi
başarabilmişler bakımından utandırıcı, küçük düşürücü üç hafta
geçirdiğini” söyledi. Erdoğan, "Bu üç haftada İsrail ordusunun
tankları, uçakları, füzeleri, bilyalı bombaları, napalmları Gazze'de
büyük çoğunluğu çocuk ve kadın bin dört yüz kişiyi öldürdü. İsrail'in
hedefinde, öne sürdüğü gibi 'Hamas' örgütünün silahlı güçleri değil tüm
Gazze halkı vardı. Birleşmiş Milletler, Filistin’e ilişkin daha önce
aldığı çok sayıda kararının arkasında durmadığı gibi, İsrail ordusuna
koordinatlarını verdiği okulların vurulup çocukların ve buralara
sığınmış sivillerin katledilmesini bile acz içinde seyretmekle yetindi
" dedi.
Saldırının bir muhasebesi yapılacak olursa İsrail'in gerek
askeri gerekse siyasi anlamdaki başarısızlığının açıkça görüleceğini
kaydeden Aydın, bu başarısızlığın sonuçlarının İsrail'deki seçimlere de
yansıyacağını söyledi. Gazze saldırısının, Irak'ın işgali sırasında
olduğu gibi dünya ölçeğinde protesto ve karşı duruşlara sebep
olmadığını hatırlatan Aydın, şöyle konuştu: "Bu barbarlığa, bu vahşete,
bu acımasız kıyıma karşı yalnızca İslam dünyasında değil, İslam
dünyasının yanında Avrupa'da, Amerika'da, Rusya'da, Çin’de, Japonya’da
şiddetli protestolar yükselseydi barışın, kardeşliğin, demokrasinin
geleceği bakımından ümitli olabilirdik. Bu olayda uyuklayan barışçı
halkları bir tarafa bırakalım; dünyadaki tüm devlet adamları, siyaset
adamları ve dünya gemisinin kaptan köşkünde oturan tüm egemenler kimi
ilkellikler karşısında ‘insanlıktan, uygarlıktan, karanlık çağların
artık çok geride kaldığından, ırkçılığın Hitler’le birlikte tarihe
gömüldüğünden, bağnazlığın ve yobazlığın ve her türden ayırımcılığın
kötü bir şey olduğundan’ dem vurmaktan kaçınmıyorlar. İsrail devleti,
hükümeti, ordusu üç hafta boyunca tüm bu cilalı sözleri yalanlarken
onlara da seslerini yükseltme fırsatını verdi. Ama zorunlu olmadıkça
hiçbiri ağzını açmadı, sıkıştırılmadıkça hiçbiri İsrail’i ‘kınamaya’
kalkışmadı… Kınayanlar da yalnızca ‘kınarmış’ gibi yapıp İsrail devlet
terörü ile Filistin’li Hamas’ın etkisiz roketlerinin gürültüsünü aynı
düzeye çıkarmaya özen gösterdi…
Kaldı ki İslam dünyasındaki
protestolar da ateşli söylevlere ve açıklamalara karşın çoğunlukla
içtenlikten uzaktı; 60 yıldır olduğu gibi, halkı Müslüman olan
devletler tarafından ‘Filistin Davası’nın merhametsizce, alçakça
sömürülmesine dönüktü. Bu da ayrı bir utançtır ve nedenleri elbette
kimse için sır değildir…
İsrail, Yahudi şeriatını referans alan,
meşruiyetinin kaynağını bu şeriata dayandıran politikalar izlerken,
Filistinliler de İslam şeriatına daha çok sarılıyor. Oysa kutsal
kitaplara yaslanmak, bu temelde savaşçı politikalar üretmek sorunların
çözümünü kolaylaştırmıyor, zorlaştırıyor. Mazlum Filistin halkı üç
hafta boyunca kanlı bir saldırının hedefi olurken, 'öteki' dünyanın
sessiz kalması belki bununla açıklanabilir. Fakat, ne olursa olsun
insanlığın barış ve kardeşlik idealleri bakımından bugün dünyamız biraz
daha kararmış, buna ilişkin umutlar biraz daha solmuş durumdadır."
FİLİSTİN KENDİ KADERİNİ TAYİN EDEBİLMELİDİR
Erdoğan
Aydın, her koşul altında Filistin'in,"kendi kaderini tayin hakkının"
kayıtsız şartsız savunulması gerektiğini söyledi. Bunun şeklinin ne
olacağının Filistin Ulusal Meclisi tarafından 1968 yılında berraklıkla
formüle edildiğini kaydeden Aydın, Batı ülkelerinin yoksul ülkeler
karşısında hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da “ikiyüzlü” bir
tutum içinde olduğunu, Arap ülkelerinin de devletler düzeyinde bu
ikiyüzlülüğü paylaştığını kaydetti. Erdoğan aydın, Filistin’in kaderini
tayin hakkı’na tam destek yanında, Filistin Ulusal Yasası’nda yer
verilen ‘Demokratik, Laik Filistin’ ilkesine de tam destek verilmesi
gerektiğini vurguladı. Demokratik ve laik bir Filistin’in Müslüman ve
Hristiyan Araplarla Yahudilerin ister iki ayrı devlet, isterse tek
devlet içinde, birlikte ve eşitlik içinde yaşamalarının tek yolu
olduğunu belirten Aydın, “Yahudi bağnazlığı ile İslam bağnazlığı iki
karşıt uçta durmasına karşılık demokratik ve laik bir Filistin’in
tesisini olanaksız kılmaktadır. Filistin’de Siyasal İslam etkinliğini
genişlettikçe İsrail’de de Yahudi şeriatı taleplerini dile getiren
sağcı partiler güç kazanmakta, yahut Yahudi bağnazlığı ve şeriatçılığı
İslamcı bağnazlığı ve şeriatçılığı güçlendirmektedir. Bunun bir çıkmaz
olduğu besbellidir, ama Gazze’de Hamas’ın etkinliği de besbellidir.
Filistin halkı seçimlerde Hamas’ın politikasına oy vermiş ve Meclis
çoğunluğunu Hamas’a teslim etmişse bunu kabul etmek zorunluluğu da
vardır. İsrail ve Batı, Hamas’ın Yahudi karşıtı söylemini terk etmesini
ve İsrail’e yönelik misillemelerden vazgeçmesini isterken aslında
İsrail merkezli modelin Hamas ve Filistinliler tarafından kabul
edilmesini istemektedir. Fakat, sonuçta şurası açıktır: Laik bir
Filistin talep etmeden inşa edilen Siyonizm karşıtlığının varabileceği
yer ancak anti Semitizm olabilir” şeklinde konuştu.
Filistin’e ilişkin ikiyüzlü siyasal tutumların uzun bir geçmişinin olduğunu ifade eden Aydın, şöyle konuştu:
“Birinci
Dünya Savaşı’nda Almanya’nın güdümündeki Osmanlı imparatorluğunun
kurmayları, Almanya’nın askeri çıkarını gözeten eylemlerde birbiriyle
yarıştılar. Çetin kış koşullarında başlatılan Sarıkamış Seferinin amacı
Rus ordularının Almanya üzerindeki baskısını gidermek veya azaltmaktı.
Almanya’nın bu konudaki acil önlem talebi, seferin de alelacele
hazırlanmasına neden olmuş, askerin ihtiyaçları hiç düşünülmemişti.
Bilindiği gibi on binlerce Osmanlı askeri bu sefer sırasında tek kurşun
atmadan donarak öldü. Halkın bu facia için yaktığı ağıtlar dinmeden
Cemal Paşa’nın Kanal Seferi başladı. Bu da, ilkini aratmayan başka bir
felaketle sonuçlandı. Osmanlı ordusu geri çekilirken Filistin ve tüm
Arap yarımadası İngiliz ordularınca işgal edildi…
Sık sık
tekrarlanan bir söz var, ‘Araplar, o savaşta bizi arkadan vurdu’ diye…
Büyük Britanya’nın savaş sırasındaki propagandası, Arap yarımadasında
yaşayanların bundan böyle kaderlerini kendi ellerine alacakları
yönündeydi. Dolayısıyla, Cemal Paşa’nın Almanya’nın ‘gül’ hatırına
Kanal seferine giriştiğini düşünmeden, Arapların Osmanlı ordusunu
arkadan vurduklarını söylemek hiçbir anlam taşımaz. Ayrıca hem
Sarıkamış’ta hem de Kanal seferi ile Filistin cephesinde binlerce Arap
gencinin hayatını yitirdiğini unutmamak gerek. Bugünlerde, ‘Araplar
bizi arkadan vurdu’dan daha az tuhaf olmayan başka bir rivayet
dolaştırılıyor: ‘Çanakkale’de, 7 bin Yahudi asker İngilizlerin safında
bize karşı savaştı’ diye. Anti Semitizm kokan veya düpedüz öyle olan bu
iddia, Çanakkale savunmasında hayatını yitiren Yahudi asıllı Osmanlı
askerini hiç dikkate almıyor. En çok unutulan da, Birinci Dünya
Savaşının bir emperyalist bölüşüm savaşı olduğudur. Bu gerçek bir
tarafa bırakıldı mı, sapla samanın karıştırılması kaçınılmaz olur. Bunu
unutanların, Filistin’in bugünkü sorunlarına da,İsrail-Filistin veya
İsrail-Arap çelişmesine de akla yatkın, adalet ve eşitliğe uygun
çözümler getirebilmeleri mümkün değildir.”
İSRAİL DEVLETİ FİLİSTİN KURTULUŞ ÖRGÜTÜ
Birinci
Paylaşım Savaşı sonrasında, hatta daha savaş sürerken İngiliz ordusunun
Arap yarımadasında mandasına tabi devletçikler tesis etmeye
başladığını, bunun bir parçası olarak da Filistin’de ‘Yahudi halkın
ulusal yurduna’ yeşil ışık yakan Balfour deklarasyonunun yayımlandığını
hatırlatan Aydın, şöyle devam etti:
“Siyonistlerin temel sloganı:
Vatansız bir halk için halksız bir vatan’dı. Balfour deklerasyonu
“Yahudi halkının ulusal yurdu” demekle Siyonistlerin isteğine dolaylı
da olsa onay anlamına geliyordu.Böylece Filistin’in Arapsızlaştırılması
siyaseti daha ilk günden ilan edilmiş olmaktaydı…
Emperyalistler
arasında dünyanın bu bölgesi savaş yoluyla paylaşıldıktan sonra o
zamanki uluslararası topluluk olan Cemiyet-i Akvam, Filistin’i İngiliz
mandası olarak tanıdı ve bu topraklarda Yahudilere ait bir yurt
kurulmasını da karar bağladı. Avrupa'da 1930'larda faşist hareketlerin
yükselişi ve ardından özellikle Almanya’da başlatılan kıyım Avrupa’daki
Yahudileri kaçışa zorladı. Neleri var neleri yok arkalarında bırakan
veya faşistlere rüşvet olarak verip canlarını kurtaranların büyük bir
bölümü Filistin’e göçtü. Nazilerin iktidarı ele geçirmesi ile 1943
yılına kadar geçen 10 yıllık süre içinde Filistin’e 233 bin Yahudi
göçtü. Faşistlerin elinden kaçamayanların başına gelenleri ve Yahudi
göçünü kabul eden ülkelerden ABD’nin aynı dönemde yalnızca 171 bin
kişiyi kabul ettiğini düşünürsek, trajedinin boyutları ortaya çıkar.
Göç sonucu 20. Yüzyılın başlarında Filistin'de Yahudi nüfus oranı yüzde
10'larda iken 1948'de yüzde 34.8'e ulaştı. Aynı yıl İsrail Devleti'nin
kuruluşu, iki yıl sonra da tüm Yahudilere İsrail'e yerleşmek ve İsrail
vatandaşı olmak hakkını tanıyan ‘Dönüş Yasası’ çıkarıldı. Bunu izleyen
on yıl içinde 1 milyondan fazla Yahudi İsrail’e göçtü…
Filistin'deki
Yahudi nüfusu toplumun en eğitimli kesimiydi. Avrupa göçü bu düzeyi
daha da yükseltmenin yanında bir gençlik aşısı oldu. Bu dinamik ve her
bakımdan eğitimli nüfus sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda İsrail’i
yeniden inşa etti. Araplar güçlerini kaybetti. Başta toprak olmak üzere
ekonomik varlıklar el değiştirdi. Arap toplumu birçok kez ‘toprak
satmama’ kararı aldıysa da bu kararını uygulayamadı. Yahudi nüfusun
sahip olduğu toprak miktarı 1895'de 107,000 dönümken,1944'de 1,731,300
dönüme ulaştı. Arap nüfusun önemli bir bölümü bağımsız devlet ilanının
ardından çıkan savaşın ardından Filistin’den sürüldü. Sürgünler 1967
savaşında işgal edilen Gazze ile Şeria Vadisi çevresine yerleşti.
İsrail’in bu bölgelerin yanında Suriye’nin Golan bölgesini, Ürdün’de de
Şeria vadisini ve sonrasında da Güney Lübnan'ı işgal etmesi
Filistinlileri ikinci kez sürgünle karşıya karşıya bıraktı. İkinci
sürgünü, 1957'de Suudi Arabistan’dan, 1970'de Ürdün’den, 1991'de
Kuveyt’ten ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden, 1980’de Lübnan’dan
sürülmeleri izledi.
Filistin halkı böylece darbe üstüne darbe yerken
önemli başarılar da kazandı. Filistin topraklarının sahibi olduklarını
tüm dünyaya kabul ettirdiler örneğin; ve dağınık bağımsızlık savaşı ve
çabalarına iyi çatı olan FKÖ’yü örgütlediler.
FKÖ tüzüğü uyarınca
iki önemli yapı oluşturdu. Bunlardan biri, Filistin halkı tarafından
tek dereceli seçimle oluşturulan Filistin Ulusal Meclisi, diğeri de
örgütün faaliyetini güvence oluşturan Filistin Ulusal Fonu'ydu. Bu fon
yetişkin her Filistinlinin ödentilerinden ve yarımlardan oluşmaktaydı.
Filistin Ulusal Meclis’i 17 Temmuz 1968 toplantısında Filistin
Aanayasası diyebileceğimiz, Ulusal Yasa’yı kabul etti. Yasanın 9.
Maddesi, ‘Filistin Arap halkı anavatanın kurtuluşu ve anavatana geri
dönüş için halk devriminde ısrar edeceğine ilişkin sarsılmaz
kararlılığını bir kez daha ifade eder’ şeklindeydi. Ulusal Yasa, İsrail
devletinin yıkılarak Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin eşitliğini
güvenceye alan bir Filistin Devleti kurulması hedefini de 20 yıl sonra
revize ederek İsrail devletinin yıkılmasını ön koşul olmaktan çıkardı.
Bugün
Filistinlilerin acı ve ızdırabına ilgisiz kalmayan herkesin, Filistin
Ulusal Meclisi’nin kararlarına sahip çıkması gerekiyor. Filistin halkı
kendi an yurdunda kendi toprağında özgürlük ve eşitlik içinde
yaşayabilmelidir. Bu konudaki engeli Hamas değil, İsrail
oluşturmaktadır.
OLAY KLASİK BİR ÇETELEŞME DEĞİL
Erdoğan Aydın,
daha sonra bir soru üzerine, “Ergenekon” olayının “klasik bir çeteleşme
ve bunun çözülmesi” sorunu olmaktan daha karmaşık olduğunu söyledi.
“Ergenekon’un Susurluk’la, Susurluk’un Özel Harp’le, Özel Harp’in
NATO’yla ve bütün bunların eşitsizlikçi düzenle bağlantısının”
görülmesi gereğine işaret eden Aydın; “Ergenekon derin devletin,
Gladyo’nun, kontrgerillanın parçası, uzantısı. Fakat ne Gladyo, ne de
Konrgerilla bundan ibaret. Bu operasyon, esas olarak kontrgerillayı
ortadan kaldırma operasyonu değildir. Böyle yapılıyormuş gibi
gösterilse de, aslında AKP’nin ayağına takılan odaklar tasfiye
edilmektedir. Bu operasyon içerisinde asla, 6-7 Eylül, Kahramanmaraş, 1
Mayıs, Sivas, vb. katliamların, ‘1000 operasyon’ların, hatta Şemdinli
ve Hrant Dink ve Malatya cinayetlerinin perde arkasına bile gidilmiyor.
AKP’nin yapmaya çalıştığı, sınırsız bir şekilde devlet içinde
kurumlaşmaya çalışırken kendisini engellemeye, çelme takmaya çalışan
güçleri etkisizleştirmektir” diye konuştu.
Fotoğrafaltı
Faik BULUT 1
“İsrail
hiçbir zaman haklı değildir. Gazze’ye saldırırken, Batı Şeria’ya
saldırırken, Lübnan’a yahut Suriye’ye saldırırken, gerekçesi ne olursa
olsun haksız olan, saldırgan olan hep İsrail’dir! Biz isyanların
çocuklarıyız. Ezilenlerin yanında yer almamız çok doğal. Fakat duygusal
sebeplere dayanmıyor tesbitlerim. Gerçek olgulara ve gerçek durumun
analizine dayanıyor. Çünkü İsrail, ‘köleleştirilmiş bir Filistin’
arzusundan, bütün tarihi boyunca hiçbir zaman vazgeçmedi. Savaşları da,
diplomasiyi de, barış manevralarını da hep bu amacına bağlı olarak
kullandı…”
Faik BULUT 2
“Obama Irak’tan Asker çekecekmiş!
Öyle söylüyormuş! Bana da sorarsanız: ‘Doğru söylüyor; evet, Irak’tan
asker çekecek’ derim. Asker çekecek, ama sokaktan çekecek! Irak’ta
şimdiden sayısı elliyi bulan ve tamamıyla izole askeri bir yaşamın
sürdüğü ABD üslerine ve çok daha fazla sayıdaki (sanıyorum, 100’den
fazla) ABD kışlalarına çekecek askerlerini!.. Afganistan'da, hatta
belki Pakistan’da Taliban hareketinin üzerine daha fazla güç
gönderebilmek için çekecek! Çünkü buna şiddetle ihtiyacı var ABD’nin…”
Faik BULUT 3
Büyük
Ortadoğu Projesi (BOP) Bush'la birlikte gitti! Yalnız Bush'un hataları,
başarısızlıkları yüzünden değil, ABD çıkarları da böyle gerektirdiği
için gitti! ABD, BOP yerine Obama BAP’ını, yani Büyük Asya Projesi'ni
uygulamak istiyor. Irak, amaç için gerçekte bir ara istasyondu. Şimdi
bu istasyondan daha doğuya, Çin'e doğru gitmesi gerekiyor ABD
katarının. Büyük Asya Projesi, ABD'nin gerek askeri, gerek siyasi,
gerekse ekonomik anlamda Afganistan'da, Tacikistan'da, Türkmenistan'da,
Moğolistan'da daha etkin, daha aktif şekilde müdahil olması anlamına
geliyor.
Faik BULUT 4
Türkiye’de olup bitenler için şunu
söyleyebiliriz: Umutsuz, idealsiz, ekonomik bakımdan korunmasız,
okumuş da olsalar eğitimsiz ve kültürsüz yığınlar; mevcut sistemin
farklı kanatları (liberal, muhafazakar, İslamcı, vs) tarafından
serseme döndürülmüştür. Özellikle dini zeminde meseleyi ele alan
siyasal parti ve oluşumlar, ‘mutlu gelecek, altın çağ, kurtuluş yolu’
olarak İslamcılığı öne sürmekteler. Temiz duygularla dine-imana sarılan
çaresiz insanlar, bir süre sonra tarikatçı veya siyasal İslamcı
kesimlerin kadrolarını, kitle tabanını oluşturmaktadır
Erdoğan AYDIN 1
Utanç
verici üç hafta yaşadık. Bu üç haftada İsrail ordusunun tankları,
uçakları, füzeleri, bilyalı bombaları, napalmları Gazze'de büyük
çoğunluğu çocuk ve kadın bin dört yüz kişiyi öldürdü. İsrail'in
hedefinde, öne sürdüğü gibi 'Hamas' örgütünün silahlı güçleri değil tüm
Gazze halkı vardı. Birleşmiş Milletler, Filistin’e ilişkin daha önce
aldığı çok sayıda kararının arkasında durmadığı gibi, İsrail ordusuna
koordinatlarını verdiği okulların vurulup buralara sığınmış çocukların
ve sivillerin katledilmesini bile acz içinde seyretmekle yetindi
Erdoğan AYDIN 2
İsrail,
Yahudi şeriatını referans alan, meşruiyetinin kaynağını bu şeriata
dayandıran politikalar izlerken, Filistinliler de İslam şeriatına daha
çok sarılıyor. Oysa kutsal kitaplara yaslanmak, bu temelde savaşçı
politikalar üretmek sorunların çözümünü kolaylaştırmıyor,
zorlaştırıyor. Mazlum Filistin halkı üç hafta boyunca kanlı bir
saldırının hedefi olurken, 'öteki' dünyanın sessiz kalması belki
bununla açıklanabilir. Fakat, ne olursa olsun insanlığın barış ve
kardeşlik idealleri bakımından bugün dünyamız biraz daha kararmış, buna
ilişkin umutlar biraz daha solmuş durumdadır.
Erdoğan AYDIN 3.
“Filistin
halkı özellikle Gazze’deki seçimlerde Hamas’ın politikasına oy vermiş
ve Meclis çoğunluğunu Hamas’a teslim etmişse bunu kabul etmek
zorunluluğu vardır. İsrail ve Batı, Hamas’ın Yahudi karşıtı söylemini
terk etmesini ve İsrail’e yönelik misillemelerden vazgeçmesini isterken
aslında İsrail merkezli modelin Hamas ve Filistinliler tarafından kabul
edilmesini istemektedir. Fakat, sonuçta şurası açıktır: Laik ve
demokratik bir Filistin talep etmeden inşa edilen Siyonizm
karşıtlığının varabileceği yer ancak anti Semitizm olabilir”
Erdoğan AYDIN 4
Ergenekon
derin devletin, Gladyo’nun, kontrgerillanın parçası, uzantısı. Fakat ne
Gladyo, ne de Konrgerilla bundan ibaret. Bu operasyon, esas olarak
kontrgerillayı ortadan kaldırma operasyonu değildir. Bu operasyon
içerisinde asla, 6-7 Eylül, Kahramanmaraş, 1 Mayıs, Sivas, vb.
katliamların, ‘1000 operasyon’ların, hatta Şemdinli ve Hrant Dink ve
Malatya cinayetlerinin perde arkasına bile gidilmiyor. AKP’nin yapmaya
çalıştığı, sınırsız bir şekilde devlet içinde kurumlaşmaya çalışırken
kendisini engellemeye, çelme takmaya çalışan güçleri
etkisizleştirmektir”
Özgeçmiş
Faik Bulut:
Kars 1950. Yazar, araştırmacı, gazeteci.
Kars,
Kağızman’da başladığı ortaöğrenimini Rize'de tamamladı. Yüksek öğrenimi
Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim İş Bölümü’nde sürdürdü. 12 Mart 1971
askeri darbesi sonrasında bir grup arkadaşıyla birlikte Suriye
üzerinden Lübnan’a giderek buradaki Filistin Kurtuluş Örgütü’nün askeri
kamplarından birine katıldı. İsrail’in 1973 yılında kampa düzenlediği
bir saldırıda ağır yaralı olarak tutsak alındı ve İsrail’e kaçırıldı.
İsrail ordusunun operasyonunda, Türkiye’den birlikte gittiği ve
aralarında 68’ hareketinin İstanbul’daki önderlerinden Bora Gözen’in de
bulunduğu 8 arkadaşı öldürüldü.
İsrail’de sorgulanıp yargılanan Faik
Bulut 1980 yılına kadar (7 yıl 2 ay) cezaevinde kaldı. Salıverilmesi
sonrasında geldiği Türkiye’de yaşamını gazetecilik ve yazarlıkla
sürdürdü.
Çok sayıdaki kitaplarından bazıları: Filistin Rüyası
(anı), Filistin intifada Dersleri, Türk Basınında Kürtler, Dar Üçgende
Üç isyan, Kürt Dilinin Tarihçesi, Ortadoğu'nun Solan Renkleri, Tarikat
Sermayesi (2 cilt), Kod Adı Hizbullah, Kim Bu Fethullah Gülen, Din ve
Kadın Tartışmaları (2 cilt), Ordu ve Din, Ali'siz Alevilik, Arapların
Gözüyle Irak işgali, Allah Devletinde Demokrasi (1993'te Turan Dursun
inceleme ve Araştırma ödülüne layık bulundu), Ehmede Hanî'nin
Kaleminden Kürtlerin Bilinmeyen Dünyası (Musa Anter Gazetecilik
yarışmasında ikincilik ödülüne layık görüldü), Eşitlikçi Dervişan
Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah, Ebu Müslim Horasani…
Erdoğan Aydın
Siirt 1957. Araştırmacı, yazar, gazeteci.
Orta
öğrenimini Siirt’te, yüksek öğrenimini İstanbul’da tamamladı. İlk
kitabı İslamiyet Gerçeği ile Turan Dursun Araştırma ve İnceleme
Ödülü’nü (1992) kazandı. Bu çalışması 4 cilt olarak yayımlandı. Kitabı
nedeniyle 1997 yılında yargılanarak 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Türk yargısının bu kararı sonradan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde
mahkum edildi. Aynı yıl, Cumhuriyet gazetesindeki işin kaybetti. İşten
çıkarılmasına Roj TV’ye “Türkiye’de Kürt ve Alevi sorunu gibi bir Türk
ve Sünni sorunu da vardır” şeklinde demeç vermesinin neden olduğu ileri
sürüldü.
Yaşamını yazarak sürdüren Erdoğan Aydın’ın bazı kitapları:
Nasıl Müslüman Olduk ?, Kimlik Mücadelesinde Alevilik, Milliyetçilik :
Türkiye'nin Çıkmazı, Aleviliği Ne Yapmalı ?, Doğu - Batı Kıskacında
Türkiye, Kabustan Demokrasiye Milliyetçilik, Şeriat ve Alevilik,
Osmanlı Gerçeği 'Nizam-ı Alem'in Gayri Resmi Tarihi, Demokrasinin
Dayanılmaz Ağırlığı, Fatih ve Fetih Mitler ve Gerçekler, İslamcılık ve
Din Politikaları, Kur'an ve Din İslamiyet Gerçeği 1, İslamiyet ve
Bilim İslamiyet Gerçeği 2, İslamiyette Ahlak ve Kadın İslamiyet Gerçeği
3, İslamiyetin Ekonomi Politiği İslamiyet Gerçeği 4…