H. Cindoruk

-Hüsamettin Cindoruk ve Suheyl Batum "Aydınlarla Yüz Yüze Söyleşileri"nde, "Türk Hukuk Devleti Sorunları ve Geleceği" üzerine konuştular.
 
BATUM:
-DURUM ŞUDUR: BİR EMNİYET MÜDÜRÜ BİR SAVCI BULURSAN İSTEDİĞİNİ YAPARSIN! BÖYLE SANILIYOR AMA,  DEVREYE YARGI GİRİNCE İŞ DEĞİŞİYOR.
-TABLO KARANLIĞA GİDİLDİĞİNİ GÖSTERİYOR. TÜRKİYE'NİN AYDINLIK VE DÜRÜST  İNSANLARI BU GİDİŞE FIRSAT VERMEYECEKTİR.
 
CİNDORUK:
-KASIMPAŞALIYIM DER DURURSAN, BEN DE MUSTAFAKEMALPAŞALIYIM DİYENLER MUTLAKA ÇIKACAKTIR.
-BU SEÇİMİ MİLLİ DEVLETİN VARLIĞINI KORUMAK İÇİN BİR REFERANDUM HALİNE GETİRELİM. ANONİM AKIL BUNU GEREKTİRİYOR…
 
-Türk siyaset hayatının doruklarından eski bakan ve milletvekili Büyük Türkiye Partisi ve Doğru Yol Partisi’nin eski genel başkanı Hüsamettin Cindoruk  ile Anayasa Hukuku Profesörü, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi eski dekanlarından Suheyl Batum, BGC'nin Uludağ Üniversitesi ve Nilüfer Belediyesi ile birlikte düzenlediği "Aydınlarla Yüz Yüze Söyleşileri"nin konuğu oldular.
Basın Kültür Sarayı Uğur Mumcu Konferans Salonu'nda "Türk Hukuk Devleti Sorunları ve Geleceği" ana başlığı altında gerçekleşen söyleşiyi BGC Başkan Yardımcısı Celil İnce yönetti.
BGC Başkanı Nuri Kolaylı, hem konuklara hem de salonu dolduran dinleyicilere teşekkür ettiği açış konuşmasında, "Bu salonda, Türkiye'nin aydınlık insanlarıyla buluşmaya ve Türkiye'nin sorunlarını konuşmaya devam edeceğiz" dedi.
 
Prof. Dr. Suheyl Batum, söyleşisine "Tabloyu bir bütün olarak görmeye çalışacağını" belirterek başladı. Batum, sözlerinin mutlak doğrular olmadığını, yalnızca kendi bakış açısının, sorunları algılayışının bir ürünü olduğunu da ifade ederek, "Evinize gittiğinizde burada tartıştıklarımızı gözden geçireceğinizden, bir kez de kendi bakışınızla yorumlayacağınızdan eminim" dedi.

HUKUK DEVLETİ ÖNEMLİ SÜREÇTEN GEÇİYOR
Batum, Türkiye'nin "Demokratik, laik ve hukukun üstünlüğünde bir sosyal devlet" olarak tanımlandığını kaydederek şöyle konuştu:
"Türkiye bir hukuk devleti olarak, günümüzde çok önemli bir süreçten geçiyor. Dünyadaki gelişmeler, Türkiye’deki bu süreç üzerinde doğrudan etkili. Bunu çok iyi tespit etmemiz, üzerinde çok iyi düşünmemiz gerek. Bakıyorsunuz; bir yerde, bir bölgede olup bitenler bir süre sonra başka bir bölgede, başka bir yerde yeniden karşınıza çıkıyor. Örneğin Sovyetler Birliği'nin dağılması sürecinde bir Gorbaçov çıkıyor. Güzel Amerikan şapkası giyiyor, güzel votka içiyor. Başka bir özelliğini bilmiyor kimse. Ama 'dünyanın en yetenekli adamı' olarak ünleniyor. Dünya medyasında ‘olağanüstü biri’ diye sunuluyor. Sonrasında, gene Rusya’da, Boris Yeltsin diye başka bir ‘büyük adam’ çıkıyor karşımıza: Bu ‘büyük adam’ bir tank bulup üstüne çıkıyor; darbe yapan askerlerle ayaklanma halindeki ‘eski’ ve ‘kötü’ rejimin kalıntılarına "Geri basın!" diye haykırıyor. O, öncekinden de çok ve daha güzel votka içiyor! Öyle olunca da kısa zamanda Rusya'nın devlet başkanı oluyor. Sonra ne oluyor? Meclis çoğunluğuna karşı 1993 yılında tanklarını, toplarını gönderiyor. Meclis'i bombalayıp yıkıyor. ABD ve Avrupa, "Bravo, iyi yaptın! Elin değmişken birinci katını da yıksaydın!" diyorlar…
Ardından Saakaşvili; işte, biraz New York'da yaşamış, efendi filan bir adam, Tiflis'e dönüp kırk yılın siyaset ustası Şevardnadze'yi bir turuncu devrimle yıkıyor! Bir çırpıda Gürcistan’ın yeni devlet başkanı oluyor…
Fransa'da, varoş ayaklanması sürer ve Fransa'nın bütün aklı erenleri: 'Nerde yanlış yaptık? Göçmen politikamızı, sosyal devlet poltikamızı gözden mi geçirsek, ne yapsak?' diye düşünürken,  öteden çok da adı sanı duyulmamış Sarkozy diye biri sesini yükseltiyor: 'Hepiniz ölseniz de tutumumuzdan vazgeçmeye niyetimiz yok!' diyor. Varoşların kalabalıklarını tehdit edip “Serserilere haddini bildireceğiz” diyor!
Diyor da ne oluyor? O ayaklanan varoşlar; Fransa’nın göçmen politikasından şikayeti olanlar, Fransa’nın ayrımcılığından yakınan, bu yüzden gördüklerini ateşe vererek Fransa’yı cezalandırdığını düşünen varoşlar,  seçimler olduğunda, daha her şey çok taze iken, 'Bizi kurtarsa kurtarsa Sarkozy kurtarır' diyerek oylarını silme ona veriyor!..
Şimdi, hafızamızı yoklayalım lütfen! Bütün bu olanlar: Slovenya’dan başlayıp on yılda, yirmi yılda Karadağ’la biten Yugoslavya; Sovyetler Birliği, sonrasında Rusya Federasyonu,  Ukrayna’da ‘renkli’ devrim, Gürcistan’da başka bir ‘renkli’ devrim ve Fransa’da varoş ayaklanması…
Bütün bunlar size de garip gelmiyor mu? Bütün bu olup bitenler arasında bir ilişki yok mu acaba?
Osmanlı İmparatorluğu'nun batılılaşma yolunda yüzyıllar boyunca elinden geleni yaptığını biliyoruz. Ticaret anlaşmasını imzalamış 1938'de. Batıdan kurumlar almış, kendi kurumlarını bu doğrultuda dönüştürmüş ya da dönüştürmeye başlamış. Demişler ki, 'Şimdi unut 1938 anlaşmasını, Islahat Fermanı'nı imzala artık batılısın!' Ardından 1876 anayasası, ardından ll. Meşrutiyet!..
Ama olmamış, olmamış!..
Bu metinler, bu anlaşmalar, bu reformlar 'kötüdür' demiyorum. Yalnızca, bütün bunlara karşın Osmanlı'nın batılı olamadığını, batılı sayılamadığını, parçalanmaktan da kurtulamadığını işaret etmek istiyorum…

"YA BENDENSİN YA BANA KARŞISIN"
Bir dönem, 'Gardrop devrimleri' ve ‘Gardrop devrimcileri’ derdik. Atatürk'ün ve arkadaşlarının kafasındaki devrim bir Gardrop Devrimi değildi. Diyorlardı ki, Atatürk ve arkadaşları: 'Cumhuriyeti kurmak kolay! Gücü elinde tutuyorsun, adını koyar, kurulan devletin Cumhuriyet olduğunu söylersin, olur biter! Ama o cumhuriyetin yurttaşını yaratmak! Asıl zor olan, asıl başa çıkılması gereken sorun budur. Eşit yurttaşlardan oluşan bir ulus;  kadın erkek eşitliği; tevhid-i tedrisat ve iyi işleyen laik bir hukuk sistemi!.. Bunlar gerekir o yurttaş için!..Başarılması zor olan, başarılması için büyük çaba ve mücadele gerektiren de budur!..
Atatürk ve arkadaşları böyle düşünüyordu ve düşündükleri gibi de yaptılar. Baktığınız zaman, bunları yaptıklarını, bir cumhuriyet için gerekli bu dört ilkeyi de hayata geçirdiklerini görüyorsunuz…
Bugüne baktığınızda ise Atatürk ve arkadaşlarının büyük uğraşılarla ve büyük bir özenle hayata geçirdikleri bu dört ilkenin dördünün de ortadan kalktığı bir süreçte olduğumuzu görüyoruz. En başta, ‘filanca cemaatin mensubu, filanca şeyhin müridi’ cumhuriyetin eşit yurttaşlığı ile cumhuriyetin eğitim birliği ile hiçbir şekilde uyuşacak durumlar değildir. Bugün bir televizyon kanalında Devlet Bakanı Yazıcı'yı dinledim: 'Ne alakası var Yüksek Seçim Kurulu'nun' diyor.
Seçimle ilgili bir sorun için:Ne alakası var Yüksek Seçim Kurulu’nun!.. Kim diyor? Devlet Bakanı! Kulaklarıma inanamadım. Üzüldüm…
Ama günümüzde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yönetenlerin gerçeği budur: 'Ya bendensin, ya bana karşısın!'…"

CUMHURİYET KİMİLERİNCE ‘TRAVMA’ SAYILIYOR
Prof. Dr. Batum, Fransız devriminin 200 yılda almaya çalıştığı mesafeyi Türkiye Cumhuriyeti'nin daha kurulduğu anda "vatandaşlarına seçme ve seçilme hakkı" tanıyarak ve çok geçmeden kadınlara da aynı hakları tanıyarak aldığını hatırlattı.
Prof. Dr. Suheyl Batum, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Fransızlar, 1789 Fransız Devrimi ile gurur duyar! Sağ, sol, merkez partileriyle genci, yaşlısı, kadını ve erkeğiyle tüm Fransızlar devrimle, o devrimin getirdiği kurumlarla, ilki 1792'de kurulan cumhuriyetleriyle ayırımsız büyük gurur duyar!  Haklarıdır da gurur duymak! Birçok bakımdan dünyaya öncü olmuş, dünyaya yol göstermiş bir devrimdir Fransız devrimi!..
Peki, Fransız Devrimi ne için yapılmıştı? Tek bir şey için: ‘İnsanlar eşit olsun, her bakımdan özgür olsun’ diye. Ve 'egemenlik yetkisi yani en üstün yönetme, kural koyma yetkisi' Tanrının yeryüzündeki temsilcisi krallarda ya da imparatorlarda değil, 'halkın kendisinde olsun' diye. Peki, Fransızlar bu devrimi yapmış, Cumhuriyeti kurmuşlar da, egemenlik gerçekten halkın olmuş mudur? Hayır. Devrimden sonra 'egemenliği gerçek anlamda halka vermek için' neredeyse 100 yıl daha mücadele etmişlerdir. Seçme ve seçilme hakkının tüm vatandaşlara yayılması gene ancak bir devrimle, 1848 devrimiyle olabilmiştir. Peki, 'tüm vatandaşlar' içinde kadınlar var mıdır? Hayır!.. 1848'de,  'Eşitlik dediysek o kadar da değil; kadınlar ancak evde oturup 3- 4 çocuk yapabilir' demişlerdir. Yani  2008'lerde, Türkiye'de birilerinin(!) dediği gibi!.. Söylemeye de devam ediyorlar ya…
Fransa’da kadınlara bu hakların tanınması için 1848 devriminin de üzerinden neredeyse bir 100 yılın daha geçmesi gerekmiş, ancak 1944 yılında tanınmıştır.  Eşitlik için yapılan 1789 Fransız Devrimi bir tarafta, 1944 diğer tarafta!..
Yani bir tarafta 200 yıl, diğer tarafta 7 yıl ya da 11 yıl…
Bizim Türkiye Cumhuriyetimiz,  öyle bir cumhuriyettir ki,  kurulmasının üzerinden yalnızca dört ay geçmişken tüm vatandaşlarını din, mezhep, inanç açısından tamamen ‘eşit’ kabul etmiştir. Bizim Türkiye Cumhuriyetimiz,  kurulmasının üzerinden yalnızca iki yıl dört ay geçmişken Medeni Kanun gibi yurttaş eşitliğini pekiştiren bir yasaya yürürlük kazandırmıştır. 
Şimdi,  Fransızların tümü sağcısı, solcusu, cumhuriyetleri ile gurur duyarken, bizim Cumhuriyetimiz birilerine 'travma’ geçirtmektedir! Gelin de çıkın işin içinden!” diye konuştu.

HUKUK ANLAYIŞLARI ARASINDA UÇURUM VAR
Bugünün hukuk devleti anlayışı ile Cumhuriyet'in hukuk devleti anlayışının bir birinden uçurumla ayrıldığını kaydeden Prof. Dr. Suheyl Batum, şöyle devam etti:
"Örneğin, Kamu İhale Kanunu tam 16 kez değişti. Neden değişti? AB'ye uyum gerektiği için! Peki, Türkiye bir aşiret devleti geleneğinden mi geliyor ki, bu kadar sıradan bir yasayı bir kerede yanlışsız, hatasız, düzgün yapamıyor da tam 16 kez üzerinde düzeltmeler yapılıyor?.. Sonuncusunun, yani on altıncı kez kanuna dönüşmüş Kamu İhale Yasası’nın ‘düzgün’ olduğunu da söyleyen yok üstelik!..
2005'te, bir anayasa değişikliği yapılıyor ve RTÜK tamamen hükümete bağlanıyor. Muhalefet, 'birkaç koltuk da bize düşüyor' diye sessiz kalıyor buna.
Aynı yıl Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu'nda bir madde değişiyor. Suç işlenmeden önce yapılan telefon dinleme faaliyeti başbakanın tayin ettiği bir kişi ile ona bağlı bir kurula bağlanıyor...
Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında Anayasa Mahkemesi bir yorum yapıyor. Vay sen misin? En hafifi, 'demokrasiye kurşun sıktılar' olan bir sürü saldırıyla karşılaşıyor Anayasa Mahkemesi…
Danıştay, 2004 yılında bir karar veriyor: Koro halinde bağırıyorlar Danıştay'a, 'Sen bu işten anlamazsın… Sen ulema değilsin!' diye.
Ardından bir sansür kararı çıkıyor. Danıştay kararı yasaya aykırı bulup reddediyor. Koro yine bağırıyor: 'Birileri başvurdu, birileri de hemen kabul etti!' diye…
Bir bakıyorsunuz bir geceyarısı bir kanun geçiyor ve hakim adaylarının seçilmesinde tüm inisyatif  iktidarın bürokratlarına bırakılıyor. Cumhurbaşkanı yurtdışında o sırada. Dönüyor ve aynı gece imzalıyor. 'Nasıl olur?' diye sorulduğunda, 'önceden incelemiştim ben. İçeriğini biliyordum' diyor.
Geceyarısı Meclis'ten geçmiş, ama Cumhurbaşkanı nasıl olmuşsa önceden incelemiş!..
Yüksek Seçim Kurulu'na,  'Bir yılda seçmen sayısı 6 milyon artar mı? Olacak iş mi?' diyorsunuz, yanıt: 'Orasını karıştırmayın! Siz devletten daha iyi mi bileceksiniz?' oluyor.
Ama bugün, Devlet Bakanı Sayın Yazıcı'nın 'Yoksullara buzdolabı verilmesi Yüksek Seçim Kurulu'nu niye ilgilendiriyor?' şeklindeki açıklamasına ve Başbakan'ın açıklamalarına bakılırsa, 'Yüksek Seçim Kurulu da gitti, gidiyor!' demek gerekiyor.
Bütün bunların bir anlamı var. Birbirinden ayrı değil, birbiriyle sıkı sıkıya ilşkili bir anlam!.. Bunu görmek gerekiyor. Bunun farkında olmak gerekiyor. Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yüksek Seçim Kurulu, Üniversiteler, Silahlı Kuvvetler, 'Ya bendensin, ya bana karşısın' siyasetiyle karşı karşıya. Bir hukuk devletinde böyle bir şey yoktur, olması da düşünülemez!..
 
"BİR EMNİYET MÜDÜRÜ BİR SAVCI BULURSAN İSTEDİĞİNİ YAPARSIN SANILIYOR"
Batum, Başbakan Erdoğan'ın "silahşörlerim" diye nitelediği "liberal aydınlar"ın, iktidarın  hukukun üstünlüğünü tanımayan uygulamalarını sürekli alkışlayarak ve hükümetin ekonomik başarısı konusunda sürekli toz pembe tablolar çizerek, iddia ettiklerinin aksine demokrasinin gelişmesi açısından olumlu değil, çok olumsuz bir işlev üstlendiklerini savundu. Batum şöyle konuştu:
"Liberal ekonomistlerimizi yıllardır okuyoruz, dinliyoruz. Bakın,  2002'den 2008'e, yani krizin gelip çattığı zamana kadar… Neydi söyledikleri: Sürekli uçuyoruz! Sürekli uçuştayız! ABD bile bizi kıskanıyor! Dünya alem başarımız karşısında parmak ısırıyor!.. O kadar iyi, o kadar mükemmeliz ki, herkes bize hayran!..
Sözü uzatmadan bir örnek vereyim: Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı her yıl İnsani Gelişmişlik Raporu yayınlıyor ve ülkeleri, insani gelişmişlik kriterlerini değer alarak sıralıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 2002 raporunda yani 2001 krizinden sonra yapılan sıralamada, Türkiye 173 ülke arasında 16. büyük ekonomi olarak yer alıyor. Dünyanın 16. büyük ekonomisi olmak son derece önemli. Ama bu zenginliği halkına, halkının eğitimine, sağlığına, refahına nasıl yansıttığı daha da önemli. Buna 'İnsani Gelişmişlik' deniyor. BM'nin sözünü ettiğim raporuna göre, 2002'de 173 ülke arasında 16. büyük ekonomi olan Türkiye'nin insani gelişmişlik sıralamasındaki yeri 85'inci sıra! BM Programının 2004 raporunda 177 ülke arasında 88'inci, 2007-2008 raporunda ise 177 ülke arasında 84'üncü sırada! Yani Türk insanını yoksulluğa iten 2001 krizinden hemen sonraki sıralamada Türkiye 85'inci iken, 2002'den bu yana yaşanan ‘muhteşem kalkınma hamlesine’ hatta ‘mucizesine’ karşın, 2008 raporunda 84'üncü sırada yer alıyor. Yani altı yılda sadece bir sıra yukarı çıkabilmiş!..
Neden böyledir, dersiniz? Çünkü Rapor, ülkeleri sadece toplam milli gelire göre sıralamıyor; ‘o geliri insanlarına sağlık, eğitim hizmetleri olarak nasıl dağıttığı, insanları arasında kadınları ile erkekleri arasında o imkanları eşit dağıtıp dağıtmadığı, onlara temiz su sağlayıp sağlayamadığı, okul dönemine gelen kız ve erkek çocuklarına, okul yaşındaki gençlerine yeterli eğitim hizmetini sunup sunamadığı, insanlarına temiz bir çevrede yaşama olanağı temin edip edemediği’ gibi ölçütlere göre sıralıyor.
Yani,  Türkiye bugün,  dünyada önde gelen büyük ekonomilerden biri, ama bu büyüklüğünü insanlarına aş, iş, eğitim, sağlık, temizlik olarak yansıtmıyor!..
Bununla kalmıyor, hukuku da kaldırmaya uğraşıyor Türkiye. Biliyorsunuz Van Üniversitesi'nin rektörü tutuklandı. Rektörün evini basıp yanında yöresinde kim varsa birlikte tutukladılar. Özel eşyalarını, kitaplarını, koleksiyonlarını çuvallara doldurup adliye emanetine taşıdılar. Bu bir ön saha çalışmasıydı. Arkasından gelecek başka 'çalışmaların' bir bakıma habercisiydi. Ne oldu? Hep birlikte gördük. Orada, son derece kötü koşullarda bir üniversite yetkilisi hayatını kaybetti…

BİZ ‘MEDYA’ BİLİYORDUK
Bizim medyayı biz de sizler gibi 'medya' biliyorduk. Van'a gittiğimizde Rektör'e sordular ‘medya’ mensupları, medya mensuplarının soru sorması çok doğal ya, sordular: ‘Tamam,  kaçakçılık yapmamış olabilirsiniz; ama misyoner okulları kurmadınız mı?’ dediler. Medya bildiğimiz medya, soru soruyorum diye, hepimizin önünde Rektörü böyle itham etti!..
Biz diplomalarına, kariyerlerine bakıp ‘hukukçu’ sanıyorduk kendilerini! Ama hukukçu sandıklarımız uydurma birtakım iddialarla Rektörü tutuklayıp süründürdüler. Demokrat sandığımız 'akrabamız, dostumuz'  Lagendjik, ‘elbette bu mahkemeye de gelir, ne olup bittiğini merak etmiştir’ diyorduk; ama ancak tam 66 gün sonra duydu olup biteni!..
Ergenekon olayında hiçbir hukukçu, 'Siz bu insanları yargılayamazsınız, gözaltına alamazsınız, soruşturamazsınız!' demedi: 'Bunları yapabilirsiniz, ama hukuka uygun yapmak zorundasınız’ dedi. Ne dediler buna karşı? 'Bizde eskiden de böyleydi, insanlar tutuklu iken hastalanabilir, ölebilir de…' dediler.
Aydın sandıklarımız, demokrasi dışı bir dönemin uygulamalarını, bugünün demokrasiye tamamen aykırı uygulamalarını savunmak için kullanıyor: ‘12 Mart’ta, 12 Eylül’de de insanlar hapishanelerde ölüyordu’ diyorlar…
'İnsanları yargılayabilirsiniz, gözaltına alabilirsiniz, soruşturabilirsiniz ama tümünü hukuka uygun yapmanız gerek' diyorsunuz, anlamıyorlar. Sonra da, 'itibarlı kişiler gözaltına alınamazmış, ben buna katılmıyorum çünkü kanun önünde herkes eşittir' diye yorum yapıyor. Liberali değil en 'liberal demokrat'ı da hiç anlamıyor dediğinizi, veya anlamak istemiyor. Bakıyorsunuz gözyaşı döküyor; 'bunun eski YÖK Başkanı'na yapılması, MGK Genel Sekreteri'ne yapılması ayıp oldu' diyor. Bir başkası 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü hatırlatıp 'İnsanlar, haklarındaki her bir soruşturma için 90 gün gözaltında tutulur, işkence görürken neredeydiniz?" diyor.  Bunların sadece Ergenekon davasında adı geçenlere değil, hiç kimseye yapılmaması gerektiğini anlamıyor. Yürüyen bir davada, aradan 17 ay geçmişken ortada iddianamenin bile olmamasının ne anlama geldiğini anlamıyor, kavrayamıyor. Veya, 'bunlar usul, önemli değil, siz asıl amaca bakın!' diyor. Amaç 'ulvi' olunca, ‘yüce’ hukuk güme gidebilir!..

MİTİNGE NEDEN KATILDIN?
Düşünün, bir mitinge katıldıktan 17 ay sonra tutuklanan Nurseli İdiz'e sordukları şu oluyor: 'Neden Cumhuriyet mitingine katıldın? Seni Ergenekon mu yönlendirdi? Neden telefonda küfürlü konuşuyorsun?..’
Bugünkü durum şudur: Bir emniyet müdürü, bir savcı bulursan istediğini yaparsın! Böyle sanılıyor ama, eklemek gerekiyor ki, yargı devreye girince, iş soruşturmadan geçip hakimin önüne gelince değişiyor. İşte önceki gün yargı bir karar verdi: 'Bunlar delil filan değil' dedi. 'Bunlar, internet ortamında, yıllar öncesinden beri ortalıkta dolaşan, herkesin her an erişip dolsa olarak indirebileceği söylenceler' dedi. 'Adamın kaçacağı, delilleri karartacağı yok' dedi; sonuçta tahliye kararını da verdi…
Dava ili ilgili süreçte söylemeden geçemeyeceğim bir ayrıntı çok dikkat çekiyor. Tahliye kararı hakimlerce ayrıntılarıyla gerekçelendiriliyor. Oysa, asıl tutuklama kararı verilirken bu türden gerekçelendirme gereklidir. Bir, deliller olacak; iki, bu delillere dayanan iddianame olacak; üç, bunları değerlendiren mahkeme olacak!.. Tutuklama kararı veriliyorsa, bunun neden gerektiği deliller aracılığıyla ortaya konacak! Mahkemenin, bu gerekçelendirmeyi çok ayrıntılı olarak bugün yapması,  ortada ne denli büyük bir baskının bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bu baskının ne olduğu, bugünkü gazetelerde 'silahşörlerin' yazdıklarından anlaşılıyor."
 
"TÜRKİYE'NİN AYDINLIK, DÜRÜST İNSANLARI"
Batum, "Türkiye'nin genel tablosu"nun ana çizgileriyle bu şekilde belirlenebileceğini, ancak bunun karamsarlık veya ümitsizlik olarak yorumlanmaması gerektiğini söyledi.
Türkiye'de, bugünkü gidişe doğru ilk adımların 1980'li yılların sonundan itibaren atıldığını kaydeden Batum, "Hiçbirimiz o zamanlar, birilerinin(!), yani bazı dostlarımızın(!) Türkiye için yeni bir rejim aradığını, bunun altyapısını oluşturmaya başladığını anlamamıştık! Oradan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 'Onlar benim silahşorlarım' dediği, bunun da onlar tarafından büyük bir iltifat kabul edildiği liberal aydınlarımıza doğru çok hızlı bir geçiş oldu! Oradan, parti kapatma davası açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı için 'işte Ergenekon'un nerelere kadar sızdığı ortaya çıktı' diyen bakanlara; Türkiye Cumhuriyeti'ni en üst düzeyde temsil edenlerin (Cumhurbaşkanı ve Başbakan) kimsenin bilmediği, görmediği yerlerde giz gizli buluştukları bir siyasal ortama ve de devletin tüm kurumlarının 'ya bendensin ya bana karşı' diye tasnif edilip her birinin düşürülecek kaleler olarak görüldüğü günlere çok hızlı gelindi" dedi.
Batum, bugün gelinen yerde "Ekonomiyi, tarımı, işsizliği, eşitsizliği ele almamız konuşmamız gerekiyor. Demokrasiyi, hukuku, siyasi partileri, üniversiteleri, Meclis’i yasaları konuşmamız gerekiyor. Kısacası, daha iyi bir Türkiye'de yaşamamız için neler yapılması gerektiğini, daha iyi üretmek için, daha müreffeh bir ülkede yaşamak için, insanlarımıza daha iyi bir çevre sunabilmek için neler yapılması gerektiğini konuşmamız gerekiyor; kimin daha dindar olduğunu, kimin daha Müslüman olduğunu değil!.." dedi.
Türkiye'de toplumsal ve siyasal hoşgörünün en önemli düşmanının daima devlet mekanizmalarına egemen olan 'siyaset ve siyasal kadrolar' olduğunu da ifade eden Batum, "Toplumsal hoşgörü ve anlayış Türkiye'de giderek daha fazla hoşgörüsüzlüğe ve anlayışsızlığa götürülmek isteniyor. Geçen yıl bunun bütün işaretlerini, bütün sonuçlarını gördük. Bunun için yalnızca Prof. Dr. Binnaz Toprak ve arkadaşlarının 'Türkiye'de Farklı Olmak, Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler' konulu araştırması üzerine koparılan fırtınaya, özellikle iktidar kanadından ve tabii ki iktidara bağlı aydınlardan(!),  liberal aydın ve yazarlardan gelen eleştirilere (!) bakmak yeterli" diye konuştu.
Batum, sözlerini şöyle tamamladı:
"Türkiye önemli bir ülkedir. Tarihi ile, Cumhuriyeti ile ve Cumhuriyet döneminin kazanımlarıyla büyük bir ülkedir. Türkiye sivil anayasalar da yapmış, eşit yurttaşlar da yaratmış bir ülkedir. Gerektiğinde yeni baştan da yapabilir bunları…
Başkan, az önce 'Türkiye'nin aydınlık insanları' dedi, ben Başkan’ın seslendiği Türkiye'nin aydınlık insanlarına, aydınlık ve dürüst insanlarına inanıyorum. Onların, tablonun tam olarak farkına vardıklarını ve bir dönem Almanya'da, Latin Amerika'da olduğu gibi karanlığa gidişe fırsat vermeyeceklerine inanıyorum. 
İnanıyorum ki, bu dönemden çıkacağız. Türkiye bunu, bu tuzakları hazırlayanları şaşırtarak ve hesaplarını da bozarak bu kısır döngüyü kıracak, buradan çıkacaktır…” 

CİNDORUK:
BUGÜN BAZILARINI KANDIRABİLİRSİNİZ, AMA BÜYÜK BİR MİLLETİ UZUN SÜRE KANDIRAMAZSINIZ!..
Hüsamettin Cindoruk, Batum'un konuşmasında, “Türkiye'nin içinde bulunduğu durumun tam ve o kadar da yetkin bir çerçevesini verdiğini” belirterek başladı. Cindoruk şöyle konuştu:
"Batum'un söyledikleri şu: Türkiye laik, demokrat, sosyal bir hukuk devletidir…
Türkiye'nin 'sosyal' devlet olduğu konusunda Tunceli'de dağıtılan buzdolapları, çamaşır makineleri, çekyat koltukları yeterli bir fikir veriyor!
Ben, Türkiye’de birçok hukuk sürecini yaşadım; gördüm ve tanık oldum. Yaşlıların avantajı, yaşlarıdır. Yaşlıların avantajları, bu yaşları alırken tanık oldukları, gördükleri, yaşadıkları, kazandıkları deneyimleridir. Başka ne olacak?.. Şu kadarını söyleyeyim: Yaşadığım bu süreçlerde hiç karamsar olmadım. Hiç çaresizlik içinde olmadım. Çünkü tecrübemle şunu iyi biliyorum: Bugün bazı insanları kandırabilirsiniz, arkanızdan sürükleyebilirsiniz. Ama büyük bir milleti uzun süre kandıramazsınız!..Kandırıyorum diye düşünen kendini kandırır. Bunu da er geç görür…
Bunu söylerken, bugünkü hükümetin meşruiyetini tartışmıyorum. 'Seçim kütükleri… Çöplüklerde bulunan oylar' gibi gerekçelere de sığınmıyorum. Şunu söylüyorum: Seçim bir dönem için siyasi olarak memleketi yönetme yetkisi verir. Memleketin hariciyesi, asayişi, güvenliği size emanet edilir. Bu emanet elinizdeyken yurttaşlara eşit davranmanız, hukukun üstünlüğüne bağlı kalmanız, zamanı geldiğinde de o emaneti hiçbir şikayete ve sızlanmaya sebep olmadan yeni gelenlere devretmeniz beklenir. Çünkü daim olan, olması gereken şu veya bu hükümet değil devlettir. Devletin devamlılığı her bakımdan esastır. Devletin devamlılığı hukuk sisteminin  devamlılığıdır...
Fakat bunlar ne yapıyorlar? Bir işgalci gibi devletin tüm kurumlarını (Bugüne kadar hiçbir hükümetin karışmadığı, dünya çapında saygınlığı ve güvenilirliği olan Türk İstatistik Kurumu dahil) ele geçiriyor. Ele geçiremediği ile de çatışıyor. Onu, teslim olmaya zorluyor. Bunun için her yola başvuruyor. Her yöntemi kullanıyor. Yargı ile Silahlı Kuvvetler ile, üniversite ile, Yüksek Öğretim Kurumu ile çatışma içine giriyor!..

ANTİLAİKLİĞİN ODAĞI MI, DEĞİL Mİ?
Bu kadar ileri gidilmesinde hukuk sistemimizin bir payı yok mu? Şimdi bakın: AKP için, iktidar partisi için Anayasa Mahkemesi,  11 üyesinden 10'unun oylarıyla, 'Bu parti anti-laikliğin odağı haline gelmiştir. Anti laik faaliyetlerde odaktır!’ diyor. Böyle bir karar alıyor Anayasa Mahkemesi. Başta Başbakan olmak üzere, Milli Eğitim Bakanı'nı, öteki bakanları, bu partiden seçilen belediye başkanlarını ve partinin ileri gelenlerini bu kararıyla suçluyor. Diyor ki, 'Siz, bu partiyi anti-laikliğin odağı yaptınız. Devletin temel niteliklerine burada karşı koydunuz!'…
Pekala! Diyor da ne oluyor?  'Odak olduğu sabit, ama bu odağı kapatmıyorum, biraz para cezası veriyorum' diyor!..
Bir kararın esasında gerekçesi olur. Bu esasta, yani gerekçede de durum çok açık olarak ortaya konuluyor… Ama, 'kapatma'ya, 'faaliyetten men etme'ye karşılık 'alacağı hazine yardımının bilmem kaçtan kaçından yoksun bırakılması' olur mu? Bu olmaz, işte! Çünkü olacak şey değil! Bir tarafta faaliyetten men, öbür tarafta birazcık bir paradan yoksun bırakılma!..
Burada, dikkatinizi çekiyorum: Bir partiyi eleştirmiyorum. Bir partimizi suçlamıyorum. Hukuk düzenimizi, hukuk sistemimizi irdeliyorum, hukuk sistemimizi eleştiriyorum. Hukuka göre devletin temel bir niteliğine karşı faaliyetlerde 'odak' olmuş parti, bugün TBMM'nin çoğunluğunu elinde tutuyor ve Türkiye’de hükümet olmaya devam ediyor!..
Partilerin kapatılmasına karşıyım. Ama burada parti kapatmaktan öteye bir durum var. Ortada bir yargısal tesbit var. Yani, siyasal bir tesbitten değil hukuksal bir tesbitten söz ediyoruz…
Truman'a soruyorlar: 'Neden tayin ettiğin yargıçları etkilemiyorsun?' diye. Yanıtı şu oluyor: Denedim; denemedim değil, ama başaramadım!..
Demek ki, ABD gibi bir ülkede bile başkanlar Anayasa Mahkemesi üyelerini etkilemek için uğraşıyor. Etkilemeyi başaramamış olması başka bir şey, ama bunun için uğraşıyor! Önemli olan bu!..

YASAYA GÖRE SEÇİLMİŞ CUMHURBAŞKANIMIZ YOK
Anayasa'da cumhurbaşkanının büyük rolu var. Cumhurbaşkanına Anayasamızda büyük rol verilmiş! Hatırlayın: seçim döneminde 'acele etmeyin' dedik!  'Cumhurbaşkanlığı birkaç ay vekille yürütülsün, sonra da halk seçsin' dedik. Anayasa Mahkemesi de buna imkan hazırlamıştı kararlarıyla. Yani bir engel ya da engelleme söz konusu değildi. 'Olur' dediler! Ama ‘olur’ derken, bir taraftan da o garip duruma sebep olmaktan kaçınmadılar. Başbakan, kalktı 'Kardeşim filanca adayımdır' dedi. Başbakanın seçtiği bir cumhurbaşkanımız oldu!
Öbür taraftan yasada, halkın seçtiği cumhurbaşkanından söz ediliyor! Yasa böyle söylüyor, fakat halkın seçtiği bir cumhurbaşkanımız yok!..
Sayın Abdullah Gül, sevdiğim bir kardeşimdir. Gerçekten elinden geleni yapıyor cumhurbaşkanlığını kanıtlamak için, ama nereye kadar?
Örneğin Yalçın Küçük çıkıp diyor ki, 'Cumhurbaşkanı bir çocukla evlenmiştir! Öyle biri cumhurbaşkanı olamaz’ diyor…
Hakikaten, Avrupa'da filan, 17 yaşını doldurmayan bir kimse ‘çocuk’ kabul ediliyor. Bizde de çocuk kabul ediliyor. Bu yüzden Abdullah Gül kardeşim kalkıp Yalçın Küçük'e cevap veremiyor…
Çok teşekkür ediyorum, gerçekten teşekkür ediyorum, kendini kanıtlamaya çalışıyor. Teşekkürüm bunun içindir. Ama, görüyorsunuz, eşi ile Orduevi'ne gidemiyor. Nasıl yapacak?"

ADİL YARGILAMA ADİL YARGIÇLARI, ADİL SAVCILARI, HATTA ADİL KARAKOLLARI GEREKTİRİR
Hüsamettin Cindoruk, Türkiye'de işlerin yolunda gitmesi doğrultusunda çok çaba harcandığının inkar edilemeyeceğini, fakat bu çabaların gerekli faydayı sağladığının da savunulamayacağını söyledi.
Böyle olmasında iktidardaki siyasi partinin tutumunun önemli etken olduğunu kaydeden Cindoruk, "Mesela, seçim barajını %5'e çekebilirlerdi. Ahlak yasası çıkarabilirlerdi. Dokunulmazlıkların istismarından kaçınabilirlerdi… Bunları yapsalar itibarları da olurdu... Hem hukuk devleti olacak, hem de hukukun üstünlüğüne boş vereceksin! İşte,  o olmuyor!" dedi.
Bir hukuk devletinde, devletin yargı ayağının çok büyük önem taşıdığını, esasen son zamanlarda yargı erkinin de çok dikkatli davrandığını kaydeden Hüsamettin Cindoruk, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Şunu unutmamalı: Adil yargılama için, adil yargıçlara ihtiyaç var! Bu şarttır ama yetmez. Adil yargılama için adil savcılara da ihtiyaç var! Hatta adil bir yargılama için adil karakollara da ihtiyaç var… Yargı, tutuklarken de, tahliye ederken de dikkat ediyor. Ama bu adil bir yargılama için güvence değildir. Çünkü güvence yargı değil hukuktur. Unutmayalım, yargı, yalnızca hukukun bir bölümüdür…"
Türkiye'de halkın bölünmüşlüğüne ilişkin, halkın kamplara ayrıldığına ilişkin görüşler bulunduğunu ve bunların sık sık da ifade edildiğine dikkat çeken Cindoruk, "Halk niçin bölünsün? Halk bölünmez. Eğer siz, halkın çeşitli tabakaları arasında infial duyguları uyandırmaz, halkın çeşitli kesimleri arasında birbirine karşı gelecek sebepler yaratmazsanız, halkın bölünmesi için neden olmaz!" dedi.

KASIMPAŞALIYSAN, BEN DE MUSTAFAKEMALPAŞALIYIM
Cindoruk şöyle konuştu:
"Arkadaşlar, gençler; Türkiye'yi biz kurduk! Suriye'yi, Mısır'ı, Irak'ı, Suudi Arabistan'ı başka birileri kurdu. Suriyeliler Suriye'yi, Mısırlılar Mısır'ı, Suudiler Suudi Arabistan'ı kurmuş değiller. Dahası, biz, Türkiye'yi savaşarak kurduk. Bu kolay bir iş değil. Bu kuruluşun bir konsensüsü var. Türkiye, 1922'den başlayarak her alanda Batılılığın gereklerini yerine getirmiştir. Eksik olan nedir? Pek fazla eksiği yoktur! Bu yüzden, AB'nin bizden istediği yalnızca bir takım uyum işleridir. Çünkü ötekileri zaten var, zaten yapılmış! Biz, hukuk devleti sürecine 1920'lerden, ama daha öncesinden de, Osmanlı İmparatorluğu'nun 18. yüzyılından itibaren girmişiz. Bu büyük bir birikimdir. Yalnızca birikim de değil, kuruluşun üzerinde yükseldiği ve geliştirdiği temeldir. Şimdi bunu ne yapacaksın? Hiç yokmuş gibi davranmak kimin, ne işine yarayacak?.."
Türkiye'de siyasi bir açmaza girildiğinde akla darbelerin gelmesinin bir talihsizlik olduğunu da kaydeden Cindoruk; "Darbelemekle, darbelenmekle hiçbir yere varılamaz. Zihnimizi, aklımızı, haklarımızı kullanıp bu işten çıkacağız. Meşru yol ve araçlardan ayrılmayacağız. Öncelikle bunu bileceğiz" dedi.
Türkiye'deki görünümün, "Bir laikler var, bir de Kasımpaşalılar" şeklinde olduğunu ifade eden Cindoruk; "Başbakan ikide bir diyor ki: 'Ben Kasımpaşalıyım'! İyi ama, bunu söyleyip durursan, 'Sen Kasımpaşalıysan, ben de Mustafakemalpaşalıyım' diyenler mutlaka çıkacaktır" diye konuştu.
Cindoruk, sözlerini şöyle tamamladı:
"Bu seçimi, önümüzdeki yerel seçimi bir referandum haline getirelim. Milli devleti korumak için bir referandum haline getirelim. Anonim akıl bugün bunu gerektiriyor. Anonim akıl bugün bize bunu salık veriyor!..
Bu bakımdan, arkadaşlar, sevgili gençler, önümüzdeki seçimde tercihimizi adaylara, kişilere bakarak değil, ortak akla bakarak yapalım!..



Fotoğrafaltı

Suheyl BATUM 1
“Türkiye bir hukuk devleti olarak, günümüzde çok, çok önemli bir süreçten geçiyor. Dünyadaki gelişmeler, Türkiye’deki bu süreç üzerinde doğrudan etkili. Bunu çok iyi tespit etmemiz ve üzerinde çok iyi düşünmemiz gerek. Bakıyorsunuz;  bir yerde, bir bölgede olup bitenler bir süre sonra başka bir bölgede, başka bir yerde yeniden karşınıza çıkıyor… Şimdi, hafızamızı yoklayalım lütfen! Bütün bunlar size de garip gelmiyor mu? Bütün bu olup bitenler arasında bir ilişki yok mu acaba?”


Suheyl BATUM 2
“Osmanlı İmparatorluğu'nun batılılaşma yolunda yüzyıllar boyunca elinden geleni yaptığını biliyoruz. Ticaret anlaşmasını imzalamış 1938'de. Batıdan kurumlar almış, kendi kurumlarını bu doğrultuda dönüştürmüş ya da dönüştürmeye başlamış. Demişler ki; 'Şimdi unut 1938 anlaşmasını! Islahat Fermanı'nı imzala, artık batılısın!' Ardından 1876 anayasası, ardından ll. Meşrutiyet!.. Ama olmamış, olmamış!..  Bu reformlar 'kötüdür' demiyorum. Bunlara karşın Osmanlı'nın batılı olamadığını, parçalanmaktan da kurtulamadığını işaret etmek istiyorum…”


Suheyl BATUM 3
“Bizim Türkiye Cumhuriyetimiz,  öyle bir cumhuriyettir ki,  kurulmasının üzerinden yalnızca dört ay geçmişken tüm vatandaşlarını din, mezhep, inanç açısından tamamen ‘eşit’ kabul etmiştir. Bizim Türkiye Cumhuriyetimiz,  kurulmasının üzerinden yalnızca iki yıl dört ay geçmişken Medeni Kanun gibi yurttaş eşitliğini pekiştiren bir yasaya yürürlük kazandırmıştır.  Şimdi,  Fransızların tümü sağcısı, solcusu, cumhuriyetleri ile gurur duyarken, bizim Cumhuriyetimiz birilerine 'travma’ geçirtmektedir! Gelin de çıkın bu işin içinden!..“


Suheyl BATUM 4
“Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yüksek Seçim Kurulu, Üniversiteler, Silahlı Kuvvetler, 'Ya bendensin, ya bana karşısın' siyasetiyle karşı karşıya. Bir hukuk devletinde böyle bir şey yoktur, olması da düşünülemez!.. Bugün ekonomiyi, tarımı, işsizliği, eşitsizliği, demokrasiyi, hukuku, siyasi partileri, üniversiteleri, Meclis’i yasaları konuşmamız gerekiyor. Daha iyi bir Türkiye'de yaşamak için neler yapılması gerektiğini, daha müreffeh bir ülkede yaşamak için neler yapmamız gerektiğini konuşmamız gerekiyor; kimin daha dindar olduğunu, kimin daha Müslüman olduğunu değil!..”



CİNDORUK 1
“AKP için, Anayasa Mahkemesi,  11 üyesinden 10'unun oylarıyla, 'Bu parti anti-laikliğin odağı haline gelmiştir. Anti laik faaliyetlerde odaktır!’ diyor. Böyle bir karar alıyor Anayasa Mahkemesi. Başta Başbakan olmak üzere, Milli Eğitim Bakanı'nı, öteki bakanları, bu partiden seçilen belediye başkanlarını ve partinin ileri gelenlerini bu kararıyla suçluyor. Diyor ki, 'Siz, bu partiyi anti-laikliğin odağı yaptınız. Devletin temel niteliklerine burada karşı koydunuz!' Pekala; diyor da ne oluyor?  'Odak olduğu sabit, ama bu odağı kapatmıyorum, biraz para cezası veriyorum' diyor!..”


CİNDORUK 2
“Tecrübemle şunu iyi biliyorum: Bugün bazı insanları kandırabilirsiniz, arkanızdan sürükleyebilirsiniz. Ama büyük bir milleti uzun süre kandıramazsınız!.. Bunu söylerken, hükümetin meşruiyetini tartışmıyorum. 'Seçim kütükleri… Çöplüklerde bulunan oylar' gibi gerekçelere de sığınmıyorum. Şunu söylüyorum: Seçim bir dönem için siyasi olarak memleketi yönetme yetkisi verir. Bu emanet elinizdeyken yurttaşlara eşit davranmanız, hukukun üstünlüğüne bağlı kalmanız beklenir.  Çünkü daim olan hükümet değil, devlettir. Bu hukuk sisteminin de devamlılığıdır...”


CİNDORUK 3
“Cumhurbaşkanına Anayasamızda büyük rol verilmiş! Seçim döneminde, 'acele etmeyin' dedik!  'Cumhurbaşkanlığı birkaç ay vekille yürütülsün, sonra da halk seçsin' dedik. Anayasa Mahkemesi de buna imkan hazırlamıştı kararlarıyla. 'Olur' dediler! Ama ‘olur’ derken, bir taraftan da o garip duruma sebep olmaktan kaçınmadılar. Başbakan, kalktı 'Kardeşim filanca adayımdır' dedi. Başbakanın seçtiği bir cumhurbaşkanımız oldu! Öbür taraftan yasada, ‘halkın seçtiği cumhurbaşkanı’ndan söz ediliyor! Yasa böyle söylüyor, fakat halkın seçtiği bir cumhurbaşkanımız yok!..”


CİNDORUK 4.
“Türkiye, 1922'den başlayarak her alanda Batılılığın gereklerini yerine getirmiştir. Eksik olan nedir? Pek fazla eksiği yoktur! Bu yüzden, AB'nin bizden istediği yalnızca bir takım uyum işleridir. Çünkü ötekileri zaten var, zaten yapılmış! Biz, hukuk devleti sürecine 1920'lerden, ama daha öncesinden de, Osmanlı İmparatorluğu'nun 18. yüzyılından itibaren girmişiz. Bu büyük bir birikimdir. Yalnızca birikim de değil, kuruluşun üzerinde yükseldiği ve geliştirdiği temeldir. Şimdi bunu ne yapacaksın? Hiç yokmuş gibi davranmak kimin, ne işine yarayacak?.."


Özgeçmiş

 Suheyl BATUM
İstanbul 1955. Prof. Dr. Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi, yazar.
 Orta ve Lise öğrenimini (1966-1975) Galatasaray Lisesinde tamamladı. Paris I Panthéon - Sorbonne Üniversitesi Hukuk Fakültesini 1979’da bitirmesinin ardından İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuku kürsüsünde asistan oldu. "Siyasal Katılma Aracı Olarak Referandum " konulu tezi ve ‘pekiyi’ derecesiyle 1985’de doktor, 1990 yılında "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türk Anayasal Sistemine Etkileri " başlıklı teziyle doçentlik ve 1996 yılında "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye " isimli teziyle Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Profesör unvanlarını aldı.
Galatasaray Üniversitesi'nde 1997-2000 yılları arasında İletişim Fakültesi Dekanlığı ve 2000-2003 yılları arasında Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı görevini üstlendi. 2003 yılından 2007 yılına kadar Bahçeşehir Üniversitesi Rektörlüğü  yaptı.
Kitap ve yayınlarından bazıları : Anayasa Hukukunun Temel Metinleri [2] (Necmi Yübaşıoğlu ile), Dikkat Haklarımız isimli kollektif eserin  “Demokratik Anayasal Sistem ve Temel Unsurları" ile " Hak Arama Özgürlüğü" bölümleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türk Anayasal Sistemine Etkileri, 1789 Bildirisi ve 1958 Anayasası, Türkiye'de Devlet - Toplum ilişkilerine Demokratik Devlet anlayışı açısından bir bakış, Yasama Dokunulmazlığı Zırhının Yeni Boyutu,  Kanunların Hazırlanması, Görüşülmesi ve Yayınlanması konularında Yabancı Ülkelerden Örnek Uygulamalar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye,  Siyasal Katılma Aracı olarak Referandum (İsviçre, Fransa ve Türkiye uygulamaları açısından ), Fransa'da uygulanan 2 turlu çoğunluk sistemi üzerine düşünceler,  Devlet - Toplum İlişkileri çerçevesinde Cumhuriyet Dönemi Anayasaları’ ın  “75 yılda Tebaadan Yurttaşa Doğru” bölümü, İsviçre'de Devlet ile Kilisenin Ayrılması (çeviri), Türkiye'de Hukuk Devleti anlayışı ve Sorunları, 1990'larda Dünyada ve Türkiye'de Siyasal Rejim Tartışmaları, A la recherche d'un régime politique en Turquie dans les années 90 ve Un Président élu par le peuple, une bonne solution , Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye ( uygulamalar, sorunlar)…

Hüsamettin CİNDORUK
İzmir 1933. Hukukçu, siyasetçi ve  Demokrat Parti (DP) genel başkanı.
İlkokulu Ankara'daki Çankaya İlkokulu'nda, lise öğrenimini  Atatürk Lisesi'nde tamamladı.  Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1954 yılında mezun oldu. Siyasal yaşamına DP gençlik kollarında başlayan Cindoruk, 1958 yılında Hürriyet Partisi kurucuları arasında yer aldı.  Yassıada Yargılamaları'nda, aralarında eski meclis başkanı Refik Koraltan'ın da bulunduğu 18 eski milletvekilinin avukatlığını yaptı. Adalet Partisi (AP), Demokratik Parti (DP), Büyük Türkiye Partisi (BTP) ve Doğru Yol Partisi'nde  (DYP) il başkanlığı, kuruculuk, Genel İdare Kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. 1985’te DYP Genel Başkanlığı'na seçildi. 1991-1995 arasında TBMM Başkanlığı yaptı. Turgut Özal'ın vefatı üzerine vekaleten T.C. Cumhurbaşkanlığı görevini üstlendi. 28 Şubat süreci’nde DYP'den ayrılıp Demokrat Türkiye Partisi'ni  (DTP) kurdu.
Cindoruk,  16 Mayıs 2009'da yapılan Demokrat Parti 5. Olağanüstü Büyük Kongresi'nde, bu partinin genel başkanlığına seçildi.

ÜYELERİMİZE İNDİRİM YAPAN FİRMALAR

BGC üyelerine indirim yapan sağlık ve eğitim kurumları ile yapılan sözleşmeler yenilendi. devamı

BGC ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU...

Bursa Gazeteciler Cemiyeti tarafından geleneksel olarak organize edilen “BGC Başarı Ödülleri Yarışması”... devamı

BİK GENEL MÜDÜRÜ DURAN: “BASINIMIZA KATKI İÇİN VARIZ”

Basın İlan Kurumu Genel Müdürü Rıdvan Duran, BGC Başkanı Nuri Kolaylı’yı Basın Kültür Sarayı’ndak... devamı

BGC ÖDÜL SÜRECİ BAŞLADI

Bursa Gazeteciler Cemiyeti tarafından her yıl geleneksel olarak organize edilen Gazetecilik Başarı Ödülleri Y... devamı

Marmara Bayram’ın konusu “Bursa turizmi”

Marmara Bayram Gazetesi’nde ana konu olarak “Bursa turizmi ve Bursa’nın bilinmeyen yöreleri” ele alınaca... devamı