Berhan Şimşek ve Orhan Alkaya Aydınlarla Yüz Yüze Söyleşileri’ne konuk oldular

Bu sayfa 2011-05-12 11:32:09 tarihinde yayınlandı ve 5175 kez okundu.

Bursa Gazeteciler Cemiyeti ve Nilüfer Belediyesi’nin birlikte düzenlediği Aydınlarla Yüz Yüze Söyleşileri Basın Kültür Sarayı Uğur Mumcu Etkinlik Salonu’nda yapıldı.


Kolaylaştırıcılığını Şair Hüsamettin Kurt’un üstlendiği söyleşide Berhan Şimşek ve Orhan Alkaya, “Sanat Ne Kadar Özgürdür” başlığı altında siyaset sanat ilişkilerini değerlendirdiler.

-ORHAN ALKAYA

“Siyaset doğası gereği durağanlığı, muhafazakarlığı, sanat ise eylemi ve yaratıcılığı gereksinir;  siyaset mevcudun mükemmel olduğunu kabul ettirmenin, sanat ise en imkansızı mümkün kılmanın peşindedir. Bu yüzden, tarih boyunca siyaset sanatı paralize etmek ve sanatsal özgürlüğü sınırlamak, kısıtlamak isteğinde olmuş sanat ise buna karşı durmuştur”

 

***

Bursa Gazeteciler Cemiyeti ve Nilüfer Belediyesi’nin birlikte düzenlediği Aydınlarla Yüz Yüze Söyleşileri’nde “Sanat Ne Kadar Özgürdür” sorusu ile bu soruya verilecek yanıtlar tartışıldı. Basın Kültür Merkezi Uğur Mumcu Etkinlik Salonu’nda gerçekleşen söyleşinin konukları oyuncu, şair, yazar Orhan Alkaya ile Sinema oyuncusu, siyasetçi Berhan Şimşek’ti. Söyleşi koordinatörü, şair Hüsamettin Kurt’un konukları dinleyicilere tanıttığı kısa konuşmasının ardından başlayan söyleşide Alkaya, sanat siyaset çelişkisinin tarihsel seyri ile güncel durumu üzerinde dururken; Berhan şimşek,

 

Orhan Alkaya şöyle konuştu:

“Sanat Ne Kadar Özgürdür” sorusu, sanıyorum sanatla iktidar, sanatla siyaset ilişkisi dikkate alınarak sorulmalı. Özgürlükten söz ettiğimiz her durumda, bir otoriteden ve kaynağı bu otorite olan bir kısıtlılık durumundan söz etmek gerektiği açık. Bu çerçevede belki ilk elde siyasetin doğası ile sanatın doğası üzerinde durmalı biraz. Siyasetin yönetme sanatı olduğu gerçek. Neyi yönetiyor siyasetçi veya siyaset? Statükoyu! O halde siyaset statükoyu korumak, muhafaza etmek gibi bir role ve işleve sahip. Çünkü statükoyu koruyamadığı zaman, yerini başkasına bırakmak zorunda.  Böyle olunca da mevcudu beğenmek, beğendirmek isteğindedir siyaset. Onu idealize ederek ve yücelterek yapar bunu. Herkesin de buna katılmasını, donmuş kalıplar içinde düşünüp davranmasını ister. Bu bakımdan hiçbir siyaset sonsuzca özgürlük, sonsuzca sanatsal özgürlük yanlısı olamaz.

Sanat ise, en özet olarak ilişki kurmak, anlatmak, söylemektir. Mağara duvarlarındaki resimlerden başlayarak Anadolu’da pek çok örneğini görebildiğimiz sanatsal yapılar, yapıtlar ‘yaşadığını aktarmak’ isteğinin sonucudur. Yaşadığını aktarmak, hayatın temel gerçeği ölüme de kafa tutmaktır aynı zamanda; ölümsüzlüğü bir varlık beyanı yoluyla anlatmaya çalışmaktır. Özgürlük olmadan olmayacak bir eylemde bulunmaktır. Dolayısıyla sanat statükoyu, durağanlığı tanıyarak, mevcutla yetinerek kendini var edemez. Kalıplar içinde kaldığı zaman varlık beyanında bulunamaz. Siyaset tarih boyunca bu yüzden sanatı paralize etme çabasında olmuştur hep.  Örneğin Nazım Hikmet, komünist olduğu için değil iyi bir şair olduğu için susturulmak istenmiştir. İyi bir şair olduğu için ardı ardına iki komployla –Bugün bunların komplo olduğu tartışılmıyor artık- hapishaneye gönderilmiş, böylece uzun yıllar boyunca susturulmuştur. Çünkü şiirinin gücü söylediklerini yayılmasını, duyulmasını, fark edilmesini kolaylaştırıyordu. Hitler, Thomas Mann’ı, Bertolt Brecht’i ciddi tehdit olarak görüyordu. Çünkü onlar, sanatsal yaratıcılığın büyük gücüne sahiptiler. Bunlar tamamen karşıya gelinen durumlarda alınmış pozisyonlar. İki taraf da, varlığını devam ettirmek için her ne olursa olsun kendi doğrusunu dayatıyor. Mesela İran’da faşizan rejim altında, Şah Pehlevi dönemini kasdediyorum bununla, Sadık Hidayet çıkıyor yazar olarak ve yazdıkları siyasetin uzağında olsa bile ciddi bir muhalefet oluşturuyor. Sonra Samed Bahrengi’yi görüyoruz. Masal yazıyor adam, ama herkes o masalları protesto metinleri, Şah rejimine muhalefetin siyasal metinleri olarak okuyor. Arkasından 1979’dan sonra sinemanın aynı işlevi üstlenip yükseldiğini görüyoruz. Edebiyat açısından bakacak  olursak; söz metaforlar halinde, mecra değiştirerek akıp gidiyor; ülkesini terk ediyor, sürgüne gidiyor, kimi durumda kalkerinden kopmayı göze alıyor ama akmayı sürdürüyor.

İktidarın gölgesinde işimi yaparım diyen bir sanat da vardır elbette. Ben siyasetle doğrudan çatışmaya girmeden varlığımı sürdürebilirim yanılgısına yaslanan bir sanattır bu. Propagandadan ve propagandistlerden söz etmiyorum tabii. Ezra Pound örneğin, propagandist değildi, Nazilere inanıyordu…

Yalnız sağda değil solda da, örneğin Sovyetler Birliği’nde ve başka devrimlerde de… Toplum mühendisliğine soyunulan dönemlerde, sanattan ‘yeni insanın yaratılması’ için malzeme sunması istenir. Bu işe girişmiş ‘yüce’ amaçları olan rejime destek beklenir. Örneğin bizde, Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra böyle olmuştur. İstenmiştir ki, ‘geriliği’ ortadan kaldıracak, ‘modernleşmeyi hızlandıracak’  yapıtlar yaratılsın…

Sonuç olarak şöyle söyleyebiliriz sanıyorum: Siyaset doğası gereği durağanlığı, muhafazakarlığı, sanat ise eylemi ve yaratıcılığı gereksinir;  siyaset mevcudun mükemmel olduğunu kabul ettirmenin, sanat ise en imkansızı mümkün kılmanın peşindedir. Bu yüzden, tarih boyunca siyaset sanatı paralize etmek ve sanatsal özgürlüğü sınırlamak, kısıtlamak isteğinde olmuş sanat ise varlığını koruyabilmek ve sürdürebilmek için buna karşı durmuştur.

Kars’ta yıkımına başlanan “İnsanlık Anıtı”na değinen Orhan Alkaya, şöyle devam etti:

“Mehmet Aksoy’un heykelini Başbakan beğenmedi. ‘Bu ucube nedir?’ dedi. Belediye başkanı da kalktı, ‘yıkıyoruz’ dedi. Yıkmaya başladılar, kesip parça parça ortadan kaldırıyorlar, kaldıracaklar. Şimdi, ‘ucubelerle’ dolu bir çarpık kentleşme ülkesinde yaşıyoruz. Bunu hepimiz biliyoruz, ama farkında olmadığımız, itiraz da etmediğimiz için o ucubeler durmadan artıyor. Oysa Mehmet Aksoy’un heykeli Türkiye’den ve Ermenistan’dan görülebildiği ve iki tarafın göz temasını sağlamayı amaçladığı için fark edildi! Türkiye Başbakanı’nın heykel sanatından anladığını sanmıyorum. Anlamış olsaydı bile ‘ucube’ lafını kullanması son derece cüretkar bir davranış. Fakat sonuçtu, bu toplumda heykel sanatı konusunda bir farkındalık bulunsaydı, o heykel oradan kaldırılamazdı. Bizim toplumumuz doğmalar döneminden geçip Cumhuriyet’e geldi, ama o dönemde de  Alman ve eski Roma-Latin etkisiyle devasa heykeller dönemi başladı.  Atatürk’ün öyle heykelleri var ki… neredeyse Atatürk’e hakaret sayılır bunlardan bazıları. Mesela Samsun’daki heykeli, Atatürk’ü at sırtında bir jokey gibi görürsünüz orada. Heykel zevki ve anlayışı bu örneklerle gelişmiş bir toplumda özgün alanınıza yapılmış çok ilkel, çok vahşi ve çok küstah bir müdahaleyi savuşturamıyorsunuz. Size tanınmış sınırı geçmeye kalkışmanız ‘tahrik’ oluyor. Tahrik olan da, en ölçüsüz ifade ve eylemlerle saldırıya geçebiliyor…”

Alkaya, sorunun Başbakan’ın heykelleri “Ucube” görmesiyle sınırlı olmadığını belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü: Salman Raşit ‘Şeytan Ayetleri’ adında bir kitap yazdığı için ölüm fetvasıyla ev hapsine mahkum edildi. Fetvayı veren de, onu geri almaya zaman bulamadan öldüğü için, ne yapılacağı da bilinemiyor bu konuda. ‘Orhan Pamuk aklı olsun’ tehditleriyle, Orhan Pamuk’un kendi ülkesinde, kendi kentinde serbestçe dolaşma hakkı elinden alındı. Dünyanın her yerine gidebiliyor. Oralarda üzerinde bir tehdit yok, ama ülkesinde var. Özgürlük dediğimiz zaman, yalnız özgürlüğü değil özgürlüğün kabulünü de dikkate almak gerekiyor. Sanatsal özgürlük kadar, bu özgürlüklerin kullanılmasının kabulü de önemli. Çünkü sanatsal disiplinler bakımından dalgalar halinde yayılır söz. Çok uzak alanlara ulaşır. Bin yıl geriden gelir dokunur deler! Faulkner’in söyleşisinde değindiği bir şey vardır hani: ‘Homeros ve Şekspir biraz daha yaşasalardı, yazarlara yazacak bir şey, yayıncılara da yayımlayacak bir şey kalmazdı’ gibi bir şey söylüyor. Homeros, bugün hala bizim için bir şey söylüylor. Şekspir hala bizim için bir şey söylüyor…

Eğer bazı alanlarda söz söylemeyi imkansız kılan tabuların geniş kabul gördüğü toplumlar olmasaydı ne Salman Raşdi bir kitap yazdığı için ölüm fetvasına hedef olurdu, ne de Orhan Pamuk bir konuda düşüncesini açıkladığı için –düşüncesine katılırsınız, katılmazsınız ayrı konu- korumalarla gezmek zorunda kalırdı. “

SANAT HEP VARDIR HEP VAR OLACAKTIR

Berhan Şimşek, söyleşisine, “Sanatın insanı yücelten insani bir eylem olarak, insanın yeryüzü yuvarlağı üzerinde görünmesiyle başlayıp sürüp geldiğini ve sürüp gideceğini” söyleyerek başladı. Sanatın her durumda özgürlüğü ifade ettiğini, özgürlüğü akla getirdiğini belirten Berhan Şimşek, şöyle konuştu:

“Sanatçının özgürlük talebi sanat için ve içinde yaşadığı toplum içindir. Sanatın milliyeti, etnik kökeni olmaz, sanatın dini de olmaz, çünkü bütün insanlık içindir. Sanat yapıtlarını aratanlar üzerlerinde yaşadıkları topraklardaki medeniyet katmanlarından mutlaka etkilenir, mutlaka onlardan izler taşırlar. Ama bunun olması ayrı, sanatın belirli bir kalıba, belirli bir alana ait kabul edilmesi ayrıdır. Söz gelimi, ‘Türk Sineması’ ya da ‘İslam Sanatı’ deriz demesine de, bununla insanlığın geri kalanından bağımsız ve soyutlanmış olarak yalnızca Türkler için Türkler tarafından yapılmış bir sinema veya yalnızca Müslümanlar için bir sanat bulunduğunu ifade etmiş olmayız.  Sanat sözdür, sanat çizgidir ve sanat renktir. Bunlar da, hiç şüphe yok ki evrenseldir. Yönetenler, topluma ekonomik olarak, sosyal olarak soyut verenler o toplumu yönetebilmek için hiçbir zaman sanatın özgür bir şekilde  van olmasını ve özgür bir şekilde yaratıcılığın ifade edilmesini kabullenemediler. İşte dünyanın kaderinin değiştiği bir dönem: Rönesans ve Reform! Leonardo Vinci’ler!.. On ikinci yüzyılda, hurafenin karanlığını bu topraklar üzerine daha yayamadığı bir dönemde Anadolu’da Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı                 Bektaş’ı görüyoruz. Sözün zenginliğini, doğanın sözle nasıl tarif edildiğini ve insanın sözle nasıl zenginleştiğini görüyoruz. Aynı tarihlerde Hristiyan toplumlarında engizisiyon mahkemeleri ortalığı kasıp kavurmakta, doğmaya aykırı düşenleri tırpanlayıp durmaktadır. Ama Engizisiyon’un karşısında da  Rönesansçılar ve Reformcular  durmaktadır. Yanarlar, yakılırlar ama savaşlarını da sürdürürler. Şuraya varmak istiyorum: Sanatçılar her zaman yaşadıkları toplumun önünde yürüyen insanlardır. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi ‘Sanatçı alnında ışığı ilk hisseden’ kişidir. Alnında ışığı ilk hisseden, aydınlığı da ilk hisseden ve ilk görendir şüphesiz. Sanatın evrenselliğine iyi bir örnek: Düşünün ki, birbirilerinin kanına susamış Nazilerin ordusuyla müttefik askerleri Lili Marlen şarkısını söylediğinde ateşi kesip aynı dikkatle dinliyorlar onu. Sanatın uluslaraüstü niteliğine de, öncü niteliğine de bundan daha iyi örnek olabilir mi?..”

Berhan Şimşek, sanat ve toplum ilişkilerinin tarihin çeşitli dönemlerinde gösterdiği farklılıkları da değerlendirerek, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Sanat, toplumları aydınlatmanın en önemli, en değerli araçlarındandır. Sanat yaşama müdahale edebilmenin en hassas, en derin yolculuğudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk bunu hem çok iyi anlamış, hem de çok iyi uygulamıştır. Bakın; bundan on, on beş yıl önce, Osmanlı’nın bir zamanlar tarkettiği Balkanlar’da akıl almaz olaylar yaşandı. Paramparça oldu orada memleketler! Müthiş acılar yaşandı ve oluk gibi kan aktı!Oluk gibi kan aktı. Avrupa’nın, Amerika’nın gözü önünde Saraybosnalıları katlettiler. Aynı acı günümüzde Ortadoğu’da yaşanıyor. Ortadoğu’da Bin Aliler, Mübarekler, Esatlar kendi halklarına zorbalıkla egemen olmak için ellerinden geleni yapıyor. Osmanlı’nın çekildiği bütün topraklarda bu olaylar yaşanırken, tek istisna neden Türkiye’dirn hiç düşündünüz mü? Tek istisna Türkiye’dir,  çünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni Mustafa Kemal Atatürk kurmuştur. Bütün bu sorunların yaşandığı ve daha da yaşanacak olan ülkelerde niçin Mustafa Kemal gibi bir önder olmamıştır? Çünkü doğmanın, bilim dışılığın ve hurafelerin karanlığında Mustafa Kemal’ler yetişmez. Bunu anlamayanlar, Atatürk’ü de, sanatı da, çağdaşlığı da anlayamaz. Bunu anlamayanlar insanlığın tarih içindeki gelişme, ilerleme macerasını da anlayamaz.”

TAYYİP ERDOĞAN FİLMİ YAPARIM

Berhan Şimşek, sinemadaki kariyerine devam edip etmeyeceği yönündeki bir soru üzerine,  bir “Recep Tayyip Erdoğan Filmi” yapabileceğini söyledi.

Şimşek şöyle konuştu: “Sinemanın hayatımda çok önemli yeri var. Siyaset içinde olsam da, olmasam da sinema benim göz ağrımdır, mesleğimdir. Sinemaya bir Recep Tayyip Erdoğan filmiyle devam edebilirim. Bunu yaparsam, orada göreceğiniz Recep Tayyip Erdoğan, televizyonlarda her gün gördüğünüz Recep Tayyip Erdoğan olmayacak. Bunu şimdiden söylemeliyim ki, kimse hayal kırıklığına uğramasın.  Peki nasıl bir film olacak bu? Recep Tayyip Erdoğan’ın görünmeyen tarafını, göreceğiniz bir film olacak! Bu konuda, bu kadar ayrıntı şimdilik yeter…”


ÜYELERİMİZE İNDİRİM YAPAN FİRMALAR

BGC üyelerine indirim yapan sağlık ve eğitim kurumları ile yapılan sözleşmeler yenilendi. devamı

BGC ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU...

Bursa Gazeteciler Cemiyeti tarafından geleneksel olarak organize edilen “BGC Başarı Ödülleri Yarışması”... devamı

BİK GENEL MÜDÜRÜ DURAN: “BASINIMIZA KATKI İÇİN VARIZ”

Basın İlan Kurumu Genel Müdürü Rıdvan Duran, BGC Başkanı Nuri Kolaylı’yı Basın Kültür Sarayı’ndak... devamı

BGC ÖDÜL SÜRECİ BAŞLADI

Bursa Gazeteciler Cemiyeti tarafından her yıl geleneksel olarak organize edilen Gazetecilik Başarı Ödülleri Y... devamı

Marmara Bayram’ın konusu “Bursa turizmi”

Marmara Bayram Gazetesi’nde ana konu olarak “Bursa turizmi ve Bursa’nın bilinmeyen yöreleri” ele alınaca... devamı