BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ VE İLETİŞİM HUKUKU
Basın özgürlüğünün önemi nereden geliyor?
Basın
özgürlüğünün önemi nereden geliyor? Bildiğiniz gibi, Anayasamızın
düşünce ve kanaat özgürlüğüne sahip olduğumuzu hükme bağlamıştır.
Düşünce ve kanaat özgürlüğüne sahip olmak; beraberinde bilgi ve habere
ulaşma ve elde etme, bunları yayma ve başkalarına iletme hakkını da
getirmektedir. Ancak, günümüzde bu hak nasıl kullanılabilecektir?
Günümüzün giderek karmaşıklaşan, kalabalıklaşan, çeşitlenen,
farklılaşan dünyasında ancak kitle iletişim araçları/medya aracılığıyla
mümkün olduğu söylenebilir. Burada medya yerine “basın” sözcüğünü
tercih edeceğim ve basından sadece dar anlamda yazılı basın olarak
değil; görsel ve işitsel basını da kapsayacak şekilde geniş anlamda söz
edeceğim.
Şunu özellikle vurgulamak isterim ki, günümüzde basın
olmadan, kitle iletişim araçları olmadan, bunların sağladığı
imkânlardan yararlanmadan ilişki ve iletişim kuramayacak hale
gelinmiştir. Bu durum, gerek toplumun ekonomik yaşamı bakımından,
gerekse toplumsal, kültürel ve siyasal hayatı açısından ve uluslararası
ilişkiler açısından çok büyük bir önem arz etmektedir.
Düşünce
özgürlüğüne ve ifade özgürlüğüne Anayasa tarafından sahip kılınmış
olmak, bu hakkın kişilere tanınmış olması, bu özgürlük, basın özgürlüğü
ile desteklenmemişse gerçek bir ifade özgürlüğü anlamı taşımayacaktır.
Çünkü düşünce özgürlüğü, biz onu başkaları ile paylaştığımız,
başkalarıyla etkileşime girdiğimiz anda değer kazanır. İşte bu anda
“basının kamusal görevleri” denilen görevler ortaya çıkar. Nedir
basının kamusal görevleri? Bilindiği gibi, basının bilgi ve habere
ulaşmak, onu halka iletmek gibi kamusal görevleri vardır. Ayrıca
denetim ve eleştiride bulunma görevi vardır. Basının bu işlevleri
bilhassa hukuk devleti ve demokratik rejim açısından son derece büyük
öneme sahiptir. Kamuoyunu yansıtma, bazı konularda kamuyu düşündürme,
tartışmaya sevk etme, kamuoyunun oluşumuna katkıda bulunma gibi
grevleriyle de insan hakları ve demokratik rejim bakımından önemli bir
rol görür. Basın, genel olarak gençlerimizin ve çocuklarımızın
sosyalleşmesi sürecinde; toplumsal değerlerimizin, siyasal kültürümüzün
ve demokratik değerlerin aktarılmasında ve bunların benimsetilmesinde
hayati bir rol oynar.
Toplumsal yaşam çerçevesinde baktığımız zaman,
basın özgürlüğünün olmadığı, çeşitli düşüncelerin, görüşlerin,
duyguların ve değerlerin basın yoluyla aktarılmadığı veya
paylaşılmadığı bir ortamda toplum, büyük ölçüde değişik fikirlerden ve
onların bize sağlayabileceği zenginlikten yoksun kalacaktır. Basın
yoluyla farklı fikirlerin çarpışmasına, farklı fikirlerin etkileşimine
izin verilmediği zaman, kendi düşüncelerimizi, en doğru, yanılmaz,
mutlak görüşler olarak görmeye başlarız ve bir anda, biz farkında bile
olamadan, dogmatik ya da fanatik bir konuma sürüklenmiş oluruz. Çünkü
düşüncelerimizin farklı fikirlerle test edilmesine, tartışılmasına
fırsat tanımamış oluyoruz. Dolayısıyla basın özgürlüğünü
sınırlandırmak, aynı zamanda düşünce ve ifade özgülüğünü sınırlandırmak
anlamına gelir. Düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlandırdığımızda,
düşüncelerimizin, görüşlerimizin ve fikirlerimizin kalıplaşmış
değişmezler halinde dogmatikleşmesi giderek kaçınılmaz hale gelir.
Ayrıca kendi düşüncelerimizin çok doğru olduğunu düşünebilir,
başkalarının görüş ve düşüncelerinin, baştan yanlış olduğu yargısına
varabiliriz. Fakat kendimizi, başkalarıyla etkileşime açtığımız zaman,
görüş alışverişine girdiğimiz zaman, hayatın gerçekleri hakkında daha
esnek tutumlar ve davranışlar göstermeye başlarız.
Basın
özgürlüğünün demokratik yaşam bakımından önemi nedir? Demokrasi,
sadece, bazılarının zannettiği gibi, seçimlere girip en fazla oyu
alanın yönetimi anlamına gelmez. Bu, demokrasisinin karikatürize
edilmiş, çok basit ve biraz da çarpıtılmış bir anlaşılışını
yansıtmaktadır. Demokrasinin temelindeki en önemli ilke, insanların
önüne birden fazla seçeneğin, birden fazla tercihin, birden fazla
adayın, birden fazla programın konulmasıdır. Bunlar arasında sağlıklı
seçimler yapmak gereklidir. Bu sağlıklı seçimleri yapabilmek için de
çoğulcu ve özgürlükçü bir iletişim ortamı bulunmalıdır. Böyle bir ortam
içinde düşünce zenginliğini, görüş alışverişini, farklı fikirlerin
çoğulluğunu yaşayabildiğimiz takdirde; sağlıklı düşünce ve kanaatler
oluşturup bunları siyasi tercihlere dönüştürmek mümkün olabilecektir.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün geniş şekilde
düzenlenmediği ülkelerde sağlıklı bir demokratik bir rejimi
yerleştirmek ve demokratik siyasal kültürü geliştirmek pek mümkün
değildir. Özellikle ülkemizdeki son beş-altı aylık yoğun tartışma
ortamını dikkate alırsak, aslında bu alanda ne kadar büyük eksiklik
olduğunu anlaşılacaktır.
Hukuk devleti açısından basının önemi
nedir? Hukuk devletinden söz edildiğinde; genel olarak, temel hak ve
özgürlüklerin tanındığı ve güvenceye bağlandığı, yürütmenin, yönetimin
ve yasamanın yargısal denetime tabi tutulduğu, güçler ayrılığı
ilkesinin egemen kılındığı bir devlet yapısı vurgulanır. Hukuk devleti,
en basit ve yalın şekilde, devletin en tepesindeki cumhurbaşkanından en
sade vatandaşına kadar hepsinin aynı kurallara ve uygulamalara tabi
olduğu devlet olarak tanımlanabilir. Bu, Anayasamızın 2. maddesinde
güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Bu maddede, Türkiye Cumhuriyeti,
insan haklarına saygılı laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti
olarak tanımlamıştır. Biz Anayasamızın 2. maddesini tartışmayız da
Kopenhag kriterlerinden söz ederiz. Aslında Kopenhag kriterlerinin
siyasi ve hukuki boyutunu oluşturan insan hakları, demokrasi ve hukuk
devleti, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde zaten hükme
bağlanmıştır. Kanımca bize düşen asıl görevin, 2. maddeye daha fazla
atıfta bulunup, bu 2. maddenin anlamını yorumlamak ve onu
geliştirmektir. Hukuk Devletine tekrar dönecek olursak, hukuk
devletinin en önemli yanı, yönetim mevkiinde bulunanların, ister yargı,
isterse yasama ve yürütme alanlarında olsunlar, hiçbirinin denetim dışı
kalmamasıdır. Denetimin de türleri vardır: Siyasi denetim, Meclisin
hükümet üzerindeki denetimidir. Bu, Meclisteki yazılı ve sözlü sorular,
meclis soruşturması, meclis araştırması, genel görüşme, gensoru ve
güven oylanması gibi yollarla gerçekleşen denetimdir. Hiyerarşik
denetim, hepimizin bildiği gibi, bürokraside hiyerarşide üstte
bulunanın alttakileri denetlemesidir. Bunun Türkiye de çok sağlıklı
olduğunu söyleyebilir miyiz? Teftiş kurullarımız vardır, giderler
raporlarını hazırlarlar ama raporlar gelip icra yetkisine sahip bakan
ve bürokratların önünde bekler. Sonra, uygun bir zamanda rafa
kaldırılmış olur. Yargı denetimi, günümüzde en çok vurgulanan ve öne
çıkarılan, medet umulan denetim türüdür. Ancak her şey yargı önüne
gitmez, ayrıca her şeyin yargıya gitmesi doğru da değil, gerekli de
değil. Çünkü yargı, hepsine birden yetişemez. Aslında bir demokrasinin
yaşayabilmesi, insan haklarının zenginleşebilmesi ve hukuk devletinin
kökleşmesi bakımından en önemli denetim, kamuoyu denetimidir: Kamuoyu
denetimini gerçekleştirmek ve bu konuda bir duyarlılık oluşturmak,
kamuoyunu harekete geçirmek bakımından basın hayati bir yere sahiptir.
Basın, siyasal yaşamda olsun, toplumsal ekonomik yaşamda olsun, gördüğü
usulsüzlükleri, yolsuzlukları ve yetersizlikleri mercek altına alarak
ve bunları işleyerek, kamuoyunu bu konularda bilgilendirerek kamusal
görevini yapmış olur. Böylece, kamuoyunun ilgili olduğu konularda
hassasiyetinin gelişmesine katkıda bulunur.Gerek insan hakları, gerek
demokratik rejim, gerekse hukuk devleti açısından basın bu kadar hayati
ve önemli işlev göründüğünden, basın özgürlüğünün çerçevesini mümkün
olduğu kadar geniş çizmek gerekir.
Basın özgürlüğünün sınırları
nelerdir, nasıl çizilmelidir? Bu konuda aslında insanlık tarihine
bakmak gerekmektedir. Basın özgürlüğü konusunda temel düzenlemeleri,
hiç kuşkusuz matbaanın icat edilmesinden önceki döneme götürmek mümkün
değildir. Çünkü düşünceler matbaa yoluyla kitlelere hızlı ve yaygın bir
şekilde ulaştırıldığından, söz konusu basın özgürlüğü de, ifade
özgürlüğünü de anlamını böylelikle bulabilecektir. Biliyoruz ki yazılı
basın faaliyeti, 17. yüzyılın başlarından itibaren başlamıştır. Ama ilk
matbaalar kurulurken idari makamlardan ruhsat almak, ayrıca basılacak
her malzemeyi, sarayın ve kilisenin denetiminden geçirmek gerekmiştir.
Yani sansür veya ön denetim süreci böyle gerçekleşmiş, kamuoyuna neyin
sunulup sunulamayacağına ilgili makamlar karar vermiştir.
18.
yüzyıla gelindiğinde, bugün demokrasinin beşiği olarak tanımlanan
İngiltere’de, 1792 yılında ünlü İngiliz düşünürlerinden Thomas Paine,
“İnsan Hakları” adlı eserinde; Fransız ve Amerikan devrimlerinden biraz
daha sitayişkâr şekilde söz eder ama 1688 İngiliz devrimi üzerinde
fazlaca durmadığı için “fitneci iftira” suçunu işlediği iddiasıyla
yargılanır. Dava sürecinde savunmasında dile getirdiği hususlar çok
önemlidir. “İnsanların bilgi oksijenine ihtiyacı var, hiçbir insan
bilgi oksijeninden yoksun bırakılamaz ve insanların beyinlerine,
dillerine, gözlerine kilit vurulamaz” diyerek savunmasını yapar. O
aşamalardan günümüze gelinceye kadar, basın özgürlüğünün önünü açacak
bazı düzenlemelerin hayat bulduğunu biliyoruz.
Ülkemize gelince; bu
konudaki ilk düzenleme, 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi’dir. Matbuat
Nizamnamesi’ne göre, bir gazetenin veya süreli yayının çıkabilmesi için
mutlaka idari makamlardan bir izin, yani ruhsat almak gerekmiştir.
Ayrıca padişahlık makamına, yabancı devlet elçilerine ilişkin, askeri
ve güvenlik konularında herhangi bir yayın yapılmasına izin
verilmemiştir. 1876 Anayasasına göre, “Matbuat kanun dairesinde
serbesttir.” 1877 yılında bir Basın Kanunu çıkarılır ama yürürlüğe
girmez, sonrasında, 1909 yılında bir Basın Kanunu daha çıkarılır. Bu
kanun, basın özgürlüğü açısından ileri bir aşamayı temsil etmiş,
Beyanname verme sistemi getirmiştir. Beyanname sistemi nedir? İdari bir
makamdan izin almadan yayının niteliğine ve özelliklerine ilişkin
ilgili makama bilgi verilmesidir. İdari makamın burada herhangi bir
takdiri söz konusu değildir. Bu anlamda 1909’da 1864’e göre büyük bir
ilerleme yaşanmıştır ama bu, Türkiye’de dört yıl sürmüş, ardından
Balkan Savaşları, İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi, 1. Dünya
Savaşı ve Kurtuluş Savaşı derken, 1931’e kadar gelinmiştir. 1931’de
kabul edilip yürürlüğe konan Basın Kanunu’nda beyanname sistemine bir
geçiş olur ama 1938’de tekrar ruhsat almak, mali teminat yatırmak gibi
basın özgürlüğünü oldukça sınırlandıran bir yapıya dönülür.
Demokrat
Parti dönemine gelindiğinde, 1950 tarihli 5680 sayılı Basın Kanunu’nun,
esasında liberal bir kanun olduğu söylenebilir ama bütün özgürlükçülüğü
dört yıl sürmüştür. Dört yıl sonra, 1954 yılında “ Neşir yoluyla veya
Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun” adıyla bir kanun
çıkarılmıştır. Daha sonra, 1956’da “Neşir Yoluyla ve Radyo ile yahut
Toplantılarda işlenen Bazı Cürümler Hakkında kanun” yürürlüğe
konmuştur. Bu düzenlemelerle yeni suçlar ihsas edilmiştir. 1961
Anayasası’nın biraz daha özgürlükçü bir perspektiften hareketle basın
özgürlüğünün çerçevesini çizdiğini görüyoruz ama bunun da, 12 Mart 1971
Muhtırası’ndan darbe yediğini ve 1982’de daha da yoğun bir darbeye
maruz kaldığını görüyoruz. Çünkü Anayasamızın gerek düşünce özgürlüğünü
düzenleyen 26. maddesinde, gerekse basın özgürlüğünü düzenleyen 28.
maddesinde, hiçbir akla hizmet etmeyen ve hangi akılla konduğunun
anlaşılması güç olan, ‘yasaklanan dillerle yayın yapılamaz’ diye bir
hüküm konmuştur. Bu hükümlerden bizler ancak 2000’li yıllarda
kurtulabildik. Yasaklanmış bir dil kavramını getiren bir anayasanın,
özgürlükçü bir anayasa olduğu söylemek mümkün değildir.
Bunları
söylemekle basın özgürlüğü tamamen sınırsız olduğunu söylemiş
olmuyoruz. Bütün özgürlüklerin bir sınırı vardır. Zaten siz, bir
anayasa yaparak, bir özgürlük alanını alıp, tanıyıp, çerçevesini
çizdiğiniz zaman, felsefi anlamda özgürlük olan şeyi, hukuki anlamında
bir hak haline getirmiş olursunuz. Her hukuki düzenleme, kendi içinde
bir sınırlandırmayı da getirir, ama konu düşünce ve basın özgürlüğü
olduğu zaman, bu çerçeveyi mümkün olduğu kadar geniş çizmeniz
gerekmektedir. Bu konuda evrensel ölçüde oluşan sınırlandırmalar
vardır. Bu konudaki sınırlandırmalar sadece bizim Anayasamıza, bizim
basın yasamıza özgü değildir. Nitekim 2004’de yürürlüğe giren “Basın
Kanunu”nda, basının özgür olduğunu belirmiştir ve bunun bilgi edinme,
yayma, iletme gibi bütün hakları içerdiğini hükme bağlamış ama
sınırlarını da göstermiştir. Gerek İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nde, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, gerekse şu
anda bizim mevzuatımızda genel olarak kabul gören sınırlar nelerdir?
Kamu düzenini korumak, kamu düzenini sağlamak, kişilerin kişilik
haklarını korumak, yargıyı etkilerden arındırmak gibi sınırlar
çizilmiştir. Ayrıca söz kamu düzeni olunca; suça teşvik, suça tahrik,
suç örgütünün propagandasını yapmak, suçluyu ve suçu övmek, elbette ki
düşünce özgürlüğünün kapsamında değildir. Ancak hoşumuza gitmeyen her
düşünce açıklamasını da yasaklamak, düşünce özgürlüğü ve basın
özgürlüğü ile bağdaşır bir tutum değildir. Mesela Amerikan uygulaması,
burada “açık ve mevcut tehlike” kriteri getirmiştir. Nedir bu?
Gerçekten bir düşüncenin ifadesi, basın üzerinden açıklaması, o günün
ortamı ve şartlarında çok açık ve kesin bir nitelikte tehlike
oluşturuyorsa o zaman sınırlandırılabilir. Düşünce özgürlüğünün de bir
sınırı vardır. Ancak bunun, açık ve mevcut bir tehlike yaratması söz
konusuysa, basın özgürlüğüne bazı sınırlandırmalar getirilebilir.
Kimileri, bizim hiç benimsemediğimiz tamamen karşı çıktığımız duygu ve
düşünceler, bizi ciddi şekilde rahatsız edecek fikirler ve görüşler
ileri sürebilir. Yeter ki, ‘ey ahali kalkın silahlanalım, şurayı
basalım veya eyleme geçelim‘ şeklinde olmasın. Hukukun burada yaptırıma
bağladığı husus, düşünce veya fikir açıklaması değil; eylem ve
davranışlardır. Eğer böyle bir çağrıda, suça teşvik veya övgü yoksa, o
düşünce açıklamaları bize oldukça ters gelse bile suç sayılmamalıdır.
Fransız düşünürlerinden Voltaire’in çok ünlü bir sözü vardır: “Sizin
düşüncelerinize asla katılmıyorum ama sizin düşünce özgürlüğünüzü
ölümüm pahasına savunmaya hazırım” der. Biz bunu yapabiliyor muyuz?
Esas problemlerimizden bir tanesi de budur.
Türk hukukunda basında
ceza sorumluluğu ve hukuki sorumluluk nasıl düzenlenmiş, burada hukuka
aykırılığı ortadan kaldıran şartlar nelerdir, biraz da onun üzerinde
durmak gerekmektedir. Basın Kanunu’nun basında ceza sorumluluğu
hususunda daha özgürlükçü bir havası vardır. Ancak Avrupa Birliği’ne
gidiş sürecinde hazırlanan ve bence zevahiri kurtaran ve görünüşte ceza
hukukunda ciddi bir reform getirdiği söylenen yeni Türk Ceza Kanunun,
aslında iki üç yıldır kamuoyunda yoğun tartışılan başta TCK’nın 301.
maddesi olmak üzere, basın ceza hukukunun eski düzenini fazla da
yerinden eden veya değiştiren bir karaktere sahip olmadığını söylemek
mümkün. Birçok maddede, “eğer bir suç basın yayın yoluyla işlenirse, bu
ağırlaştırıcı bir sebeptir” denilmektedir. Bilindiği gibi, bizim 1982
Anayasamızın da böyle bir anlayışı vardır. İlk maddeyi okursunuz biraz
ferahlarsanız, gayet güzel ama, biraz sonra Anayasamız “ama”, “ancak”,
“fakat” demeye, başlar, zaten onun için de 1982 Anayasası’nın bir adı
da “ama, ancak, fakat Anayasası”dır. Ceza yasamızda da aynı özelliği
görmek mümkündür. Bir an için heveslenirsiniz, bir özgürlük verildiğini
görür gibi olursunuz sonra, “ancak basın yoluyla işlenirse” diye
arkasından bir cümle gelir ve suç olarak nitelenen bir eylemin, basın
yoluyla işlenmesi halinde ağırlaştırılmış olarak karşınıza çıktığını
görürsünüz.
TCK 301 dışında basını yakından ilgilendiren diğer
önemli madde “hakaret” suçunu düzenleyen 125. maddedir. Hakaret suçunu
hükme bağlayan bu madde son derece önemlidir. Çünkü, bugün basın
mensuplarına açılan davaların ağırlıklı bir çoğunluğunu “basın ve yayın
yoluyla hakaret” ten açılanlar oluşturmaktadır. 301. maddenin dağa
yoğun olarak gündeme gelmesi, hakkında soruşturma yürütülen veya dava
açılan kimselerin, genellikle kamuoyu tarafından bilinen şahıslar
olması ve bilhassa yaygın ulusal düzeydeki medyanın bu konuya el atması
nedeniyle olmaktadır. Halbuki, yerel basın mensuplarımızın en çok
muzdarip olduğu maddelerden bir tanesi, basın yoluyla hakarete ilişkin
hükümdür. Aslında basın ve yayın yoluyla hakaret suçlarına ilişkin
olarak, artık dünyada şöyle bir eğilim vardır: Bazı ülkeler, ceza
mevzuatlarında basın yayın yoluyla hakaret suçunu tamamen bir suç
olmaktan çıkarmışlardır. Bunu, sadece tarafları ilgilendiren bir husus
olarak değerlendirip cevap ve düzeltme hakkının varlığı ile basında
hukuk sorumluluğuna ilişkin düzenlemelerin yeterli olduğunu
savunmaktadırlar. Cevap ve düzeltme hakkını, daha fazla işlerliğe
kavuşturarak, basında hukuk sorumluluğu dediğimiz maddi ve manevi
sorumluluk yoluna gitmeyi kolaylaştırdığımız takdirde; aslında basın
yayın yoluyla hakaretten beklediğimiz amacı gerçekleştirebiliriz.
Bugün, bence artık hakaretin ceza hukuku bakımından bir suç sayılıp
sayılmaması gerektiği tartışılmalıdır.
Hukuki
sorumluluktan söz ederken; biraz da hangi faaliyetleri yaptığımızda,
bir yazıyı kaleme aldığımızda, bu ister bir haber olsun, ister köşe
yazısı olsun, isterse bir karikatür ya da fotoğraf olsun, yayın ne
zaman hukuka aykırı hale gelir veya hangi şartların varlığı halinde
hukuki aykırılık ortadan kalkar konusu üzerinde durmak gerekir. Yalnız,
bu konuya geçmeden önce iki kavrama açıklık getirelim; bunlardan biri,
“kişilik hakları” kavramıdır. Nedir kişilik hakları dediğimiz şey?
Kişinin saygınlığını ve kişiliğini serbestçe geliştirmesine katkı yapan
bütün değerler üzerindeki haklarıdır. Başta yaşamı, vücut bütünlüğü,
sağlığı, ismi, sırları, duyguları, sosyal yaşamda bağları, hatıraları,
mektupları hepsi üzerinde kişilik hakları vardır. Bu kişilik
haklarından biri de “özel hayat alanı” dediğimiz alandır. Burada da
özel hayat alanını üçe ayırıyoruz: Hukuki anlamda bunlar; “ortak yaşam
alanı”, “dar anlamda özel yaşam alanı” ve “gizli ya da sır alanı”dır.
Kişinin gizli ve sır alanı, en yakınlarıyla paylaştığı, kendisinde
saklı tutmak istediği duygu, düşünce ve değerleri kaplayan alandır ve
bu alan, tüm basına kapalıdır. Dar anlamda özel yaşam alanı dediğimiz
alan ise, daha yakın çevrenin dışında olan eş-dost, akraba, arkadaş, iş
yerindeki meslektaşları olmak üzere o geniş kuşağı içine alan alandır.
Bu alanda basına tümüyle açık bir alan değildir. Yani basın dünyasının
rahatlıkla girebileceği bir alan değildir. Bu alanda yaşanan olayları,
katılanların ağzından, ama kişilerin fotoğraflarını, isimlerini,
kimlikleri öne çıkarmadan aktarmak mümkündür. Fakat rıza her zaman bir
şeyi hukuka aykırı olmaktan çıkarmaz, bunun örneğini birazdan
vereceğim. Bir de ortak yaşam alanı var. Bu alan, kamusal yaşam
alanıdır ya da toplumsal yaşam alanı da deriz. Nedir peki? Evden sokağa
adımımızı attığımızdan itibaren sokakta, caddede, parkta, sinemada,
tiyatroda, otobüste, başkalarıyla ilişkiye ve etkileşime girdiğimiz,
başkalarıyla, tanımadığımız insanlarla bir araya geldiğimiz, düşünce,
görüş, duygu alışverişi yaptığımız, tartıştığımız hatta yer yer kavga
ettiğimiz bütün bu mekânlar kamusal alanlardır. İşte bu kamusal mekân
veya ortak yaşam dediğimiz alan, kural olarak basına açık bir alandır.
Ama basına sonsuza kadar açık bir alan mıdır bu, bazı yanlış anlamalar
oluyor, deniyor ki, eğer bir kişi politikacı, sporcu, sanatçı gibi
kamuya mal olmuş kişilerdense ki, biz buna sosyolojide şöhret kişiler
diyoruz, onlar hakkında her şey yazılıp çizilebilir. Maalesef,
modernleşme sürecinde geldiğimiz aşamada insanlar, geleneksel
bağlarından ve yapılarından koptukça hayatta tutunacakları ve özdeşim
kuracakları alanlar azaldı, onun için de gençlerimiz daha ziyade şöhret
şahsiyetlerle özdeşim kurmaktadırlar. Günümüz kültüründe ve yatay
toplum dediğimiz şartlarda, bunun bu duruma gelmesi, yine de bu şöhret
şahsiyetlerin bütün yaşam alanını bize inceleme hakkı vermez. Eğer
görevi gereği bir yerde bulunuyorsa, örneğin, bir yarışmaya katılıyor,
konferansa katılıyor, bir filmin galasında veya bir suç işlemişse,
elbette ki burada o kişinin fotoğrafları da yayınlanabilir ve onun
kişisel yaşamına ilişkin bilgiler de kamuya sunulabilir. Aslında
kişinin, ortak yaşam alanı içinde anonim kalma dediğimiz bir hakkı
vardır. Mesela ben sokağa çıkarım ama o sokağın kalabalığı içinde kendi
başıma yalnız kalmak da isterim, o da benim özel alanımdır, yani kişi
eşiyle, çocuklarıyla bir sinemaya gidebilir. Bu, medya mensubuna, onu
evinden çıktığı saatten gittiği yere kadar arkasından izleme ve tüm
detayına kadar yazma hakkı vermez. Ama burada dikkat edilmesi gereken
bazı kriterler vardır. Nedir bu kriterler? Kişi, özel yaşamını basın
üzerinden kamuya açarken rıza gösteriyor mu? Rıza gösteriyorsa, rıza
genellikle hukuka aykırılığı ortadan kaldırır. Rıza yoksa, kişilerin
bilhassa sır alanına müdahale etmemiz, onun kişilik haklarına ve özel
hayatına bir saldırı teşkil eder. Ama kişi, gizli alanını bile kendisi
açabilir. Biliyorsunuz, günümüz insanlarında böyle bir süreç başladı,
evine bir tane web kamera koyuyor ve 24 saatlik yaşantısını internet
üzerinden kamuyla paylaşıyor. Burada sadece kişinin rızası ve iradesi,
her zaman hukuka aykırılığı ortadan kaldırmaz. Bence günümüzde en çok
tartışılması gereken meselelerden birisi budur. Bu şekilde kendisini
ifşa etmek, kendisini kamuya açmak, genel ahlak kurallarına uymuyorsa,
bu durum, toplumun dürüst, makul, ortalama bir vatandaştan
bekleyebileceği davranış standartlarını karşılamıyorsa, buradaki rıza
hukuka aykırılığı ortadan kaldırmaz. Bu işin ahlaki yanı, ama hukuki
yanını da Medeni Kanun 23. maddesinde hükme bağlamıştır, kişi
özgürlüklerinden vazgeçemez, genel ahlak ve adaba aykırı olarak
özgürlüklerini sınırlandıramaz“. Denmektedir. Bunun daha somut bir
örneği vardır. Biliyorsunuz, “Biri Bizi Gözetliyor” diye bir televizyon
programı vardı, bu program hakkında RTÜK, sık sık program durdurma veya
kapatma yaptırımı uyguluyordu. Buna karşı görsel medyanın her zaman
savunması şuydu; “kişi kendi rızasıyla geliyor”. Aslında orada bir
mizansen söz konusudur. Kameraların bulunduğu ortamda insanlar ne kadar
doğal davranırlar o ayrı bir konu, ancak onların özel yaşamlarını
kameralar önünde bütün kamuoyuna açmaları, genel adap ve ahlak
kurallarına aykırılık taşıyorsa, felsefi olarak da insanın insani
değerlerini yücelten ya da yükselten değil de; aşındıran bir özellik
taşıyorsa herhalde bu tür programlar, sadece kendi rızalarıyla
katılıyorlar diye, hukuka uygun bir hale gelmezler.
Basın mensubunun
köşe yazısı yazarken, fotoğrafı çekerken, karikatür çizerken, dikkate
alması gereken bazı özellikler vardır. Fotoğrafını çektiği, haberini
yaptığı olayın bir gerçekliğinin olması gerekmektedir, ancak gerçeği,
kendine düşen özen ölçüsünde araştırması gerekir. Burada gerçeği
araştırmak derken; bir Cumhuriyet Savcısı gibi veya bir sosyal bilimci
gibi bir olguyu birçok boyutuyla derinlemesine araştırmasını basın
mensubundan bekleyemeyiz, çünkü bu, onun mesleki şartlarıyla bağdaşır
bir durum değildir. Burada anlatılmak istenen, gazetecinin somut ya da
maddi gerçeği bulması değil, görünürdeki gerçekliği yakalamasıdır.
Gazeteci, bir haberi yaparken, örneğin bir yolsuzluk haberi yaparken,
gerçekten üzerine düşen araştırma görevini yerine getirmiş mi
getirmemiş mi buna bakmak gerekir. Yıllar önce, bilirkişi olarak bana
gelen bir dosyadan bir örnek: Adana’da yaşanan bir olayı gazete manşet
yapmış ‘’sahte diploma poliste’’ . Konu bir okul müdürüyle ilgili.
Gerçekten bir sahte diplomanın düzenlendiği yazıdan anlaşılıyor; bu
konuda emniyet, vali, milli eğitim arasında yazışmalar var, sahte
diplomaların örnekleri var, gazeteci hiç de incitici sayılamayacak bir
manşet atmış ortaya ‘’sahte diploma poliste” diye ve ardından
yazışmaların kupürlerini koymuş ve kullandığı dil de “iddia
edilmektedir”, “bildirilmektedir” biçiminde; mutlak yargılayıcı
ifadeler yok. Bilirkişi olarak bana gelen dosya için, gazetecinin yazıp
çizdiklerinin gerçeğe uygun olduğunu, burada kamu yararı bulunduğunu,
çünkü yapılan yolsuzlukların ve usulsüzlüklerin kamuoyu tarafından
bilinmesinde toplumsal menfaat bulunduğunu, bu niteliği ile olayın
güncel de olduğunu, ayrıca konu ve ifade arasındaki dengenin de
bulunduğunu, sonuç olarak söz konusu yayının hukuka aykırılık teşkil
etmediğini raporda yazmıştım. Ancak , her zaman bunun böyle olmadığını
da biliyoruz.
Bir yayının hukuka aykırılık teşkil edip etmediğini
değerlendirirken dikkate alınması gerekli bir kriter olarak gerçeklik,
basın mensubunun görünüşte de olsa gerçeği araştırma ödevini yerine
getirip getirmediği ile ilgilidir. Yapılan yayında dayanılan deliller,
sunulan belgeler karşısında, ortalama, makul, dürüst bir vatandaş bunu
yeterli ve tatmin edici buluyorsa, bu gazetecinin üstüne düşen gerçeği
arama görevini yapmış olduğu anlamına gelir. Bunun kanunlarda standart
belli bir ölçütü yoktur.
İkinci önemli kriter, yapılan işte kamu
yararı var mı, yani o yayın yapılırken, gazeteci belirli medya
kurumlarını korumak için mi, -bazen biliyoruz yaygın medyada daha çok
oluyor, iki medya grubu çarpışıyor ve gerek gazetelerinde gerekse
televizyon ekranlarında birbirlerine ilişkin yoğun suçlamalarda
bulunuyorlar- ya da kin, husumet, öç alma duygusu için mi yapmaktadır
yoksa gerçekten kamuoyunu bilgilendirmek, kamuoyunu oluşturmak için mi?
Burada ölçü kamu yararı olmalıdır. Eğer kamu yararı yoksa, yayın,
gerçek bile olsa, hukuka aykırı hale gelmiş olur.
Üçüncüsü,
güncellik ölçütüdür. Yaptığınız yayınla; kişinin 25-30 yıl önce
yaşanmış özel hayatına ilişkin bir hususu kamuyla paylaşılır hale
getiriyorsunuz. Tümüyle gizli alana veya sır alanına ait değilse, dar
anlamda özel hayat alanına ilişkin bir hususu şartları varsa yayın
konusu yapabilirsiniz. Çünkü bu alan, basına kısmen kapalıdır, tümüyle
de kapalı değildir. Kamu yararı gerektiriyorsa, tabii ki de özel hayata
girilecektir. Kamu yayarı varsa, kişilik haklarına saldırı teşkil eden
yayınlar yapılabilir, ancak bunu, kamu yararı hukuka uygun hale
getirir. Kamu yararının olması lazım ve konunun güncel olması lazım,
mesela bir kişi milli eğitimde genel müdürü oluyor. Bu şahıs, 25 yıl
önce çocuklarını terk etmişti, boşanma davası olmuştu, çocuklarını
ihmal etmişti, bunun günümüzde genel müdür olmasıyla bir ilgisi yoktur.
Siz bu şahsı aile araştırma kurumunun başkanı yapıyorsanız, olay 25 yıl
önceden kalsa bile, olay günceldir. Neden? Çünkü, geçmişteki olayla o
andaki güncel durum arasında bir bağ vardır. Veya kişi geçmişte kara
para aklamaktan yargılanmış ya da soruşturma geçirmiş ve ondan sonra
Mali Suçları Araştırma Kurulu, kısaca MAK dediğimiz kurulun başkanı
yapmışsınız, 30 yıl önce olsa bile, burada güncellik söz konusudur. 20
yıl önce kaçakçılıktan mahkum kişiyi, gümrük müsteşarı yapıyorsunuz.
Burada da güncellik vardır.
Konuyla ifade arasındaki denge veya
sunumdaki ölçülülük de bir başka ölçüttür. Sunumdaki denge, özellikle
de yerel medya bakımından çok önemlidir. Açılan davaların çoğunu, yerel
medya, gerekli kriterlere uymuş olsa bile, sunumdaki dengeyi yeterince
gözetmediği için kaybetmektedir. Yerel medya niçin önemlidir? Gerek
haber kaynağına yakınlığı bakımından gerekse okuyucuya yakınlığı
bakımından önemlidir ve bu anlamda çifte bir denetim altındadır. Onun
içindir ki, yerel medya, demokratik rejimin ve siyasal kültürün
oluşması bakımından çok önemli bir yere sahiptir. Dilerim ki, bundan
sonrada yerel medyanın bu anlamdaki gücü daha da fazla artsın. Yerel
medyaya karşı, en çok basın yayın yoluyla hakaretlerden dava açılır.
Genel olarak yerel medyaya bakarsınız; yayın konusu yaptığı olayda bir
gerçeklik oluyor, yaptığı haberde kamu yararı da var, ama konuyla ifade
arasındaki uyum ya da dengede ölçüyü kaçırmış oldukları görülür . Ne
gibi? Normal yolsuzluk haberini, yolsuzluk olarak vermekle yetinmeden,
henüz kesinleşmiş bir mahkumiyet kararı olmaksızın kişiyi
“dolandırıcı”, “riyakar”, “sahtekar” ilan etmek. Oysa, kişinin
dolandırıcılık suçunu işlemekle itham edildiğini anlatmaya çalışmak
gerekmektedir fakat yargısız infaz anlamına gelebilecek ifade ve
tabirlerden kaçınılmalıdır. Henüz mahkeme kararıyla onun dolandırıcı
olduğu sabit değilse, Anayasamızda da vardır, hukukun genel evrensel
ilkesi vardır, masumiyet karnesi diye, yani kişinin suçlu olduğu hükmen
sabit oluncaya kadar kişi masum sayılır, Bu durumda doğrudan kişileri
dolandırıcı, ikiyüzlü, sapık, katil gibi değerlendirmelerden kaçınmak
gerekmektedir. Bu konuda genellikle yazılı basın, görsel medyanın
yanında biraz daha insaflıdır ayrıca geçmişe göre bir azalma da söz
konusudur. Eskiden televizyon yorumcuları çıkıp bir parti için
“hırsızlar partisi” demiş, ertesi günde çıkıp, ben bunu sordum
öğrendim, bunun tazminatı 3-5 milyonmuş, ben bunu söylemeye devam
ederim diyebilmiştir. Ya da belirli kişiler hakkında “sülükler, lağım
fareleri, örümcek kafalılar” gibi sözcükler kullanıldığı bilinmektedir.
Hâlbuki yapılan yayın, ne kadar doğru olursa olsun, ne kadar kamu
yararı bulunursa bulunsun, ne kadar güncel olursa olsun, davaların
büyük bir kısmının basın mensupları aleyhine sonuçlanmasının önemli
nedenlerinden birisi, konuyla ifade arasındaki dengenin korunmamış
olmasıdır. Bir de değerlendirme yaparken mutlak yargılar dile
getirilmektedir. Mutlak yargılardan kaçınmalı, mümkün olduğu kadar
ihtimali, yumuşak ve esnek bir dil kullanılmalıdır. Yazıyı kaleme
alırken; duyum alınmaktadır, söylenmektedir, iddia edilmektedir gibi
yumuşak ifadeler seçilmelidir.
Yıllar önce, yerel medyadan bir
olumsuz örnek daha; Kişinin birisi bir partiden ayrılmış seçim öncesi
başka bir partiye geçmiş. Türkiye’de ister milletvekili olsun, isterse
belediye başkanı veya meclis üyesi olsun, bunların parti değiştirmesi,
bunun genel olarak ne anlama geldiğini hepimiz biliriz. Adı geçen
kişinin fotoğrafını koymuş 2. sayfaya, bununla yetinmemiş, şu kişi
şuradan ayrıldı, buraya geçti demiş, fotoğrafın yanına eşit işareti
koymuş karşısına da dolar simgesi koymuş. Onunla da yetinmemiş, altına
geçmiş “kaç dolars” diye yazmış. Burada bu kişi tamamen parayla alınıp
satılan ticari bir metaya dönüştürülmüştür. Hâlbuki daha uygun
ifadelerle aynı amacı ve sonucu elde etmek mümkündür. Bu biraz da
kültürümüzden ve zihniyet dünyamızdan kaynaklanan bir olaydır. Bir
durumu sert, net, mutlak ifadelerle dile getirmediğimiz zaman, sanki
derdimizi ifade etmemiş oluyoruz, çünkü gazetecimiz de bu kültürün
dışında değildir. ,Son olarak olayın biraz etik boyutuna değinmek
istiyorum. Etik boyutunda da yerel medyanın önemli bir özelliği vardır.
Basın dünyası, ne kadar bürokratik, hiyerarşik yapıya kavuşursa ve
halkla olan temasını keserse, yaygın medyada olduğu gibi, gerek
çalıştığı yer, gerek eğlendiği yer bakımından ayrıldığı zaman, halkla,
okuyucuyla, kaynakla arasına büyük kademeler ve mesafeler girdiği
zaman, bu evrensel bir şeydir, ahlaki sorumluluk ve duyarlılık
zayıflar. Yerel medyanın en büyük şansı budur. Çünkü yerel medya, bir
şeyi abartarak yazdığı zaman, okuyucusu ona hemen ulaşıp “Ahmet bey,
Ayşe hanım, böyle şey olur mu” diye sorabilmektedir ama yaygın basına
okuyucunun ulaşması mümkün değildir. Bizde bir de hukuk her şeyi çözer
diye bir anlayış vardır, ben bir hukukçu olarak iddia ediyorum ki,
ahlakın desteğini almayan hukuk fazla bir mesafe kat edemez. Öncelikli
olan etik midir, hukuk mudur deseler, etik derim, ahlak derim. Ahlak
dediğimiz şey de uzayda oluşan veya fanusta oluşan bir durum değildir,
ahlakın da toplumsal, insani, duygusal, sosyal, kültürel bir çerçevesi
vardır, eğer insanlar eve ekmek götürme kaygısını yoğun bir şekilde
yaşıyorsa, gazeteciler, medyadaki tekelleşmeler ve yoğunlaşmalar
nedeniyle basın iş yasasının getirdiği güvencelerden büyük bir şekilde
yoksun bırakılmışlarsa, sadece iyi niyetle hazırlanan meslek etik
kodlarıyla sonuç alamazsınız. Eğer hukuki yapı, sosyo-ekonomik kültürel
yapı birbirini desteklemiyorsa, sadece bir konuyu etik kod haline
getirmek bir çözüm olmuyor. Zaten eğer çözüm olsaydı, ilk olarak
1960’lı yıllarda, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti bünyesinde kurulan Basın
Şeref Divanı tarafından belirlenen ve bugün basın ahlak yasası diye
bilinen ilkeler, Türkiye’de 50 yıldır bilinen ilkelerdir, ama bizim
medyadaki yakınmalarımız da yoğun bir şekilde devam etmektedir.
Bilgi:
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Mehmet
Yüksel’in 12 Nisan 2008 tarihinde verdiği “İletişim Hukuku” konulu
seminer.