İLETİŞİM EĞİTİMİ
“Patron-Gazeteci-Üniversite” üçlüsü bir araya gelirse, ve Türkiye’de Bursa bunu kendi içerisinde başlatmayı başarırsa, o zaman İstanbul’u, Ankara’yı, İzmir’i buna adım atacak noktalara şüphesiz getirecektir.
Ben bir gazeteciyim! Gazetecilik
mesleğimi sürdürürken Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde de ders
veriyorum. Bu yıl üniversitelerde ders verişimde 12’inci yılımı
doldurdum. Üniversitelerde ders vermek ile gazetecilik mesleğini
birlikte bu kadar uzun yıllar boyunca sürdürmek “Bu kadarı da biraz
fazla değil mi?” dedirtebilir. Bir gazetecinin temel görevi, mesleği
icra etmektir. Ne var ki gazeteci ile iletişim fakülteleri arasında
böyle bir bağlantı varsa, bunun gerçek nedeni tartışılmalıdır.
On
iki seneden beri sevgili öğrencilerimi medyaya kazandırmada, meslekte
alın teriyle bir yerlere gelmelerinde çaba göstermiş olduğum için
mutluluk duyuyorum.
Ben 15 sene yurtdışını izledim. Gazeteci olarak
özellikle NATO’da Amerikan Başkanları, Savunma Bakanları, Dışişleri
Bakanları tanıdım ve basın toplantılarına katıldım. Bir seferinde
yılların Ronald Reagan’ın Savunma Bakanı vardı. Kendisi, NATO’da son
basın toplantısını yapacaktı. Kürsüye çıkıp “Sevgili gazeteci
arkadaşlar, Avrupa’ya her gelişimde NATO’da ya da dünyanın herhangi bir
yerinde beni izlediniz, her zaman fotoğrafımı çektiniz. Ama biliyor
musunuz benim de bir hobim vardı. Neydi biliyor musunuz?” diye sordu.
Bizde hep beraber “Nedir?” dedik? “Şimdi size göstereyim.” diyen ABD
Savunma Bakanı çantasından bir fotoğraf makinesi çıkardı. Objektifini
ayarlayarak biz gazetecilere “Haydi gülümseyin!” diyerek unutulmaz bir
hatıra fotoğrafı çekti. Mikrofona yaklaşarak “Ben Bakan olduğum için
hep beni çekiyordunuz. Yarından itibaren Savunma Bakanlığından
ayrılıyorum. Bu fotoğraf salonumun en mutena yerine koyacağım. Hepinizi
tanıyorum. ‘Onlar benim gazetecilerim!’ diyerek tüm dostlarıma gururla
anlatacağım. Basın toplantısı bitmiştir. Ben evime gidiyorum. Hepinize
kolay gelsin. İyi günler.” diyerek NATO’dan ayrılmıştı.
Bunlar çok
güzel anılardır. Dünyadaki meslek arkadaşlarım daktilolarını aldıktan
sonra ne yazdı tam hatırlamıyorum ama gazeteciler ABD’nin Savunma
Bakanını hiç unutmadılar. Gazeteciler ile politikacılar arasındaki ince
bir ayrılık olsa bile özde birlikte çalışılan ortak bir çaba idi.
Bu
anımı paylaşmamın gerçek sebebi şudur. Bursa Gazeteciler Cemiyeti’ni
kutlarım. Hepimiz gazeteciyiz. Her ne kadar Ankara Gazeteciler Cemiyeti
olsun, tabii İstanbul’daki daha çok; Bab-ı Âli’den kalma ki Gazeteciler
Cemiyeti olmasına rağmen Bursa’daki Gazeteciler Cemiyeti olarak örnek
bir eser yaratmışsınız. Hepinizi kutlarım. Kim olursa olsun, herhangi
bir ülkeden bir yabancı gazeteci Bursa’ya gelse, şurayı görse ‘Vay’
der! Hangi gazeteci olursa olsun buranın çok önemli bir merkez olduğunu
ve burada çok iyi iş yapabileceğini her zaman hissedecektir. Amerikan
Savunma Bakanı gibi şimdi bende sizin fotoğrafını çekeyim de dostlarıma
yaptıklarınızı anlatmak için bir de kanıtını tespit edeyim. Gülümser
misiniz?
Gelelim gündeme, burada, İletişim Eğitimi üzerinde bir
şeyler paylaşmayı düşünmüştüm. Ayrıca verdiğim derslerde yer alan
“Diplomasi Gazeteciliği”, “Toplumsal Hareketlerde Basın” ve “Asparagas
Gazetecilik” konularını da. Çünkü mesleğin profesyonel yaşamdan
kaynaklanan deneyimlerini öğrencilere aktarmanın çok daha yararlı
olduğu bir gerçektir. Çünkü 15 sene yurt dışında gazetecilik yaptım.
Hep Türkiye’deki gazete ve televizyonlarda; TRT o dönemden başlayarak;
çalıştık. En büyük başarım Mehmet Ali Birand’ı ikna etmek oldu. Hâlâ
yayınlanan 32. Gün’ün fikir babasıydım. Ama bunu Emre Aygen düşündü
derseniz kimse inanmaz; ama en azından bu kadar zevkle izlenilen bir
program olması bendenize mutluluk verir. Mesele de o değildir!
Ben
1985 yılında Reagan-Gorbaçov görüşmelerini Cenevre’de izledim. Dünyanın
değişimini izledim. Cenevre’de yaşanan değişimin ardından Doğu Avrupa
ülkelerindeki memleketlerdeki gelişmeleri izledim. Doğu Avrupa
ülkelerindeki devrimlerin tamamını izledim. Savaş muhabiri olarak görev
yaptım.
Savaş muhabirliği dışarıdan bakıldığı zaman “Aaaa! Ne
güzel.” denir. Örneğin Mithat Bereket vardır, O da “savaş muhabiri”
olduğunu söyler. Kudüs’e gider, Gazze’deki çatışmaları izlemiştir. Ama
gazeteci oraya nasıl gider biliyor musunuz? Amerikalılar der ki, “Gel
kardeşim; bu bilmem ne ilacı, bilmem ne bombası patlayınca bu iğneyi
sağ bacağına yapacaksın. Karşından başka bir silah gelirse buradan da
sol ayağına iğne yapacaksın.” derler. Dolayısıyla siz bir şekilde
savaşta savaşan ülkenin koruması altında görevini yapan
gazetecisinizdir. Evet, ama bu gazeteci savaş muhabiri değildir. Savaş
muhabirleri Birleşmiş Milletler’in kurulmasına sebep olan San Francisco
Beyannamesi’nin belirli maddelerine sadık kalacaklarını beyan eden
gazetecilerin savaşa neden olan tüm BM üyesi ülkelerin güvencesi
altında korunması gereken gazetecilerdir. Üzerinde ABD Savunma
Bakanlığı’nın sağladığı araçlarla ve onların güvenliği altında görev
yapan gazetecilerin içinde bulunduğu durumu etik olarak ne diye
eleştiriyorsunuz diyeceksiniz. Bunun ne kötülüğü var? Hiçbir kötülüğü
yok esasında. Ama ne oldu Irak Savaşı’nda? Bütün dünya bu yöntemlerle
yapılan gazeteciliğe resti çekmişti. Niye? O da doğruydu. Bir tane
Amerikan uçağı var. Uçağın üzerinde de bir kamera var. Hepimiz
CNN-TÜRK’ü seyrediyoruz. Savaşın canlı yayınına giriliyor. Sanki
Hollywood gibi. Herkes ekranlarda. Sanki Milli Takımın maçını
seyrediyoruz. Mikrofonda bir gazeteci görüyoruz. “Evet şu anda
Bağdat’ın bilmem neresinin tepesindeyiz. Saat gece yarısı 02:15. Şimdi
bomba aşağıya inecek ve patlayacak.” Irak Savaşını sanki bir Hollywood
filmi izler gibi izliyoruz. Amerikalı muhabir canlı yayına devam
ediyor. “Evet sayın seyirciler. Bomba kompüterin ekranında vurulacak
mekan belirlendi. Pilot Joo bombayı fırlattı. Bakın kaç saniye sonra
hedefine ulaşacak. Evet, görüyorsunuz, bomba patlıyor ve hedef görevini
başarıyla yerine getirdi. Tebrikler Joo!”. Bizde bu arada biramızdan
bir yudum daha alıyoruz ve ikinci sahneyi heyecanla seyretmeye
hazırlanıyoruz. Hiç kimsenin o sırada o bombanın patlaması ile kaç
kişinin öldürüldüğünün umurunda bile değil. Ya bu savaş bizim
memleketimizde yaşansa, şu anda bizim gibi seyredecek diğer ülkelerde
yaşayan insanlar bu seferde de ‘Türkler mahvoldu! Yupii!’ diyecekler.
Bu da hiç aklınıza geldi mi? Böyle bir gazetecilik sizce gerçek mi?
Nedir
savaş muhabirliği? Savaş muhabirliğinin oluşmasında sendika üyesi
gazeteciler FIJ üyesidir. “Federation of the International
Journalist’s” diye bir kurum. Gazetecilik mesleğini sürdüren kişiler bu
kuruluşa bağlıdır. Bizde o ise üyeler diğer memleketlerin gazetecileri
kadar üye değildirler. Çünkü üye olmak için sendikalı olmanız gerekir.
Bizim memlekette 12 Eylül’den sonra sendika neredeyse ortadan kalktı
kalkacak hale getirilmiştir. Ne kadar demokratik bir ülkeyiz.
“Sendika’ya gerek mi varmış kardeşim.”diyen politikacılarımız ne kadar
kalabalıktı.
FIJ, Birleşmiş Milletler kurulurken bütün ülkelerin
onayladığı San Francisco Beyannamesi’nin yedi maddesi vardır. Bunlar
gazetecilerin tüm dünyaya ilan ettiği mesleklerinin etik değerlere
saygı gösterdikleri maddelerdir. Ben gazeteci olarak şu ilkelere sadık
kalacağıma söz veriyorum ya da o zaman bir savaş çıktığı zaman
gelişmeleri tüm dünyaya bilgi veren bir gazetecinin başta güvenliği
olmak üzere taraf olan tüm ülkelerin güvenliği içinde görevlerini
yerine getirmeleri ve onlara yardım etmekte zorunlu oldukları da beyan
edilen bir prensiptir. Peki her şey böyle mi cereyan ediyor? Hiç de
öyle değil ne yazık! Örneğin kuzey Irak’ta bir taraftan Talabani, bir
taraftan Barzani, bir taraftan da PKK’lı ve bir taraftan da bizim
Mehmetçiğin bulunduğu bir konjonktür içerisinde gazeteciysen, var olan
bu dört tane birbiriyle savaşma durumunda olan bu kişilerin dördünün de
güvencesi altında olması gereken gazetecisindir. Sadece bir ülkenin
güvenliği açısından, mesela Kıbrıs Barış Harekâtı’nda bir sürü gazeteci
arkadaşımız, ağabeyimiz vardı. Bunların hepsi Barış Harekâtı ile oraya
gelen gazetecilerdi. Orada FIJ’e üye sayılabilecek bir tek gazeteci
vardı. O da Mete Akyol. Times’ın muhabiri idi. Mehmetçikle birlikte
Kıbrıs’a gelmemişti. Daha farklı bir durumdaydı. Savaşlar sırasında bir
ya da birkaç ülkenin güvencesi altında gazetecilik yapan ile hiç
birisinden tek yanlı destek almayan gazetecinin küçük de olsa farkını
anlatmak isterim.
Gazeteci olarak Doğu Avrupa ülkelerini izleyen bir
savaş muhabiri olarak benim başımdan neler geçti? Bulgaristan’daki
devrimi gazeteci dostum Muammer Elveren ile izlemiştik. Değişim kanlı
devam ediyordu. Bir devrimden bir başkasına koşturuyorduk. Ben
Romanya’daki devrimi izlemeye başladım. Bükreş’e girdik. Bitmiş bir
çatışmanın ardından. Bunu sonradan anlamıştım. Bükreş caddelerinde bir
Rumen tankının önüne geldiğimizde, tarafların tan vaktine kadar ateşkes
verdiğini biz oraya gelir gelmez başlayan kurşunlar başımıza yağınca…
İki araba ile gelmiştik. Üzerinde “Press” yazılı bayraklar taşımamıza
karşılık kurşunlar bizleri adeta hedef almıştı. Yanımdaki bir Fransız
ve bir Belçikalı gazetecinin kalplerine saplanan kurşunlar sonucunda
ölmelerini izledim.
Çatışmalar başlayınca arkadaki arabada olan
gazeteci arkadaşlarım olaydan uzaklaşarak kamerayla çatışmaları
kaydetmeye çalışıyorlardı. İki taraf da, bu olayın dünya basınına
yansımasını istemiyordu. Danny o sırada elindeki mikrofonu alarak olayı
değerlendiriyordu. O görüntüler hiçbir zaman bulunamadı. Ben öndeki
arabadaydım. Ve arabayı kullanan kişiydim. Arabaya otuzdan fazla kurşun
isabet etmişti. Bu kurşunlardan üçü de bana saplanmıştı. Üçü de kafama.
İki tanesi girdi çıktı bir tanesi ise beynime saplandı. Ne olduysa,
ölmedim. Yanımdaki kameramanım Erwin Van der Stappen yaralanmamıştı.
Erwin, “Emre buradan ayrılamazsak ben de vurulacağım!” deyince o anki
şokla kafamdan kanlar akmasına rağmen acıyı hissetmeden, arabayı
çalıştırıp oradan uzaklaşmayı becermiştim. Danny az ilerde kalbine
saplanan kurşun sonucu bağırarak yaşamını yitirdi. Film seyreder
gibiydik. Fransız Foto Muhabiri de bir askeri araç bize doğru
hızlanınca ezilerek can verdi. Çok kan kaybetmiştim. Erwin beni
arabadan çıkardı Yoldan geçen bir kamyon bizleri görünce durdu ve
arabaya alarak ilk hastaneye yetiştirdi. Bu kısmı hatırlamıyorum. Her
24 Aralık gecesi nerede olursak olalım Romanya’yı izleyen gazeteci
arkadaşlarımla telefonlaşırız. Anlattıklarına göre, bir sürü hastane
dolaşmışlar. İki hastanede de yapılacak bir şey olmadığı söylenmiş ve
en sonunda Romanya’daki Marinescu Hastanesi’nde Prof. Dr. Gazi
Yaşargil’in New York’ta yetiştirdiği ve bu Hastaneyi kuran Profesör
Marinescu’nun torunu olan kadın doktorla karşılaşmışlar. Beynimdeki
kurşunu o çıkarmış. Ertesi gün sol gözüme yakın bir başka kurşundan
dolayı kanama durmayınca aynı doktor bir ameliyat daha yaparak gözümü
almak zorunda kalmış. Beni hayata döndüren o kadın doktordur.
Ama
bizim Bab-ı Ali’de bir durum vardır. O kurşunları yediğim zaman dostum
Savaş Ay, yine aynı gazetede çalışmaya başladığım o dönemlerde yanıma
gelip “Ulan” dedi, “Keşke ölseydin. Hiç olmazsa Bab-ı Âli’ye sokak
olurdun. Şimdi yaşıyorsun bir … olmadın”. Bu Türk medyasının
gerçeğidir. Ben 1990’da yeniden Zafer Mutlu ile anlaşmıştım. Yeniden
Sabah’a girdim. 1994’ün sonunda Türkiye’ye geldim. Brüksel
Temsilciliğinden Sabah Haber Merkezine geliyordum. Çok mutluydum. Ama
basının çilesi hep böyledir. Bana dediler ki, “Bak kardeşim.
İstanbul’da Ortaköy’de, Taksim’de, Barlar var. Sen gazeteye gelmene
gerek yok. Oralara gideceksin. Orada sen bizim gazi kahraman
muhabirimizsin. Senin haber yazmana da gerek yok. Onu biz hallederiz.
Kabul mü?” Ben de “O zaman İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan gibi gözü
bantlı dolanıp Fransa’da yapılan takma göz çok kötü idi.” diyerek
zamanı uzatmaya çabalıyordum. Baktım olacak gibi değil, “Her zaman
sokaklarda Yeşilçam filmlerindeki Erol Taş gibi mi dolanıp duracak
mıyım?” dedim, “evet” dendi. “Yani gittiğim her yerde tanımadığım
tipler ‘Bu vurulmuş gazeteci. Buna bir içki ısmarlayalım’ diyecekler,
ben de hayatımı böyle sürdüreceğim. Öyle mi”? diyordum ancak cevap
veren kimse yoktu. Bu da benim kabul edemeyeceğim bir şeydi. O zaman
Zafer Mutlu’ya gittim. Dedim ki, “Anadolu Üniversitesi’nde benim Hocam
Profesör İnal Cem Aşkun var. Bana gel burada ders ver dedi. ‘Hocam!’
dedim ama ben Hoca değilim ne yapacağım dememe rağmen “sen benim
öğrencimsin, yaparsın!” dedi. Zafer Mutlu “olmaz” dedi. Bende de bir
hinlik vardı, gittim Dinç Bilgin’e. “Efendim” dedim. “Bir üniversite
ders vermem için teklifte bulundu. Ne yapayım? dedim. Dinç Bey’in
kafası başka türlü çalışıyordu. “Git” dedi. “Ama üniversite çok kısıtlı
bir ücret veriyor. Bu biraz zor olacak.” dedim. Telefonla Muhasebe
Müdürü Mustafa Dinçer’i aradı: “Emre’ye her hafta için bir elli kağıt
göndereceksin” dedi. “Peki Dinç Bey!” dedim, Selahattin Duman’ın
önerisini kastederek “Ortaköy’e gitmiyoruz. Onun yerine bu işe
gidiyoruz. Yani buna ‘evet’ demenizdeki mantık nedir?” diye sordum.
Bana, “Kendi medyama, yani Sabah, Aktüel, Bugün, ATV, artık Dinç
Bilgin’in medyaya sunduğu o zamanki dönemde aklınıza ne geliyorsa- bana
kendi medyam için genç adam yetiştirmeni istiyorum.” dedi. Gayet basit.
İletişim
fakülteleri ile şu anki duruma bakıldığı zaman küskünlükler yaşanıyor
medyada. Küskünlükler nereden kaynaklanıyor? Bir de daha geçmişe
bakalım; 60’lardan sonra Bab-ı Âli’de alaylı dediğimiz ağabeylerimiz bu
işin inciğini, cinciğini bilerek oralara gelmiş insanlardı. Ama o
dönemde gazeteci olan insanlar ya lise ya da ortaokul mezunuydu.
İlkokul mezunu haber müdürleri vardı. Bunların arasında üniversite
mezunu olan gazeteci iki ya da üç kişiydi. Fazla insan yoktu. Sonra
Ankara’da Basın Yayın Yüksekokulu kuruldu. Benim ailemde de Hoca olan
bazı kişiler nasıl ders verilmesi gerekir diye kendi aralarında
kararlaştırılıyordu. Oktay Ekşi de dahil hepsi üniversite mezunu
değildi.
1970’lerin ortalarına gelindiğinde de farklı illerde de
fakültelerin kurulması gündeme geldi. İletişim fakülteleri kurulmaya
başlandı. Mesela ben de ilk 1976–1977’de o zamanlar Eskişehir İktisadi
Ticari İlimler Akademisi Sinema Televizyon Fakültesi olarak kuruldu ve
ben bunun ilk öğrencisiyim. Bu benim çok hoşuma gitti. Ben esasında
tiyatrocu olacaktım. Konservatuarı kazanmıştım. Ama ailem ‘gideceksin
de 5 kuruş parasız kalacaksın olmaz’ dediği için Konservatuara
gidememiştim. Sonra Sinema-Televizyon deyince benim acayip hoşuma gitti
ama orada da şöyle bir nokta vardı. Yılmaz Büyükerşen o fakülteyi
kurarken 24 kişi alınacaktı. 25 değildi. Şimdi bakıyorsunuz, iletişim
fakültelerine, 500 mezun, 600 mezun. İyi de şimdi bu kadar alaylıyla
mektepliyi nasıl evlendireceğimizi bilmiyoruz. Çünkü nikâhın kıyılması
için
1- Gazete sahibi, (medya -özel sektör),
2- Gazeteci,
3- Üniversite hocaları,
4- Eğitim alanlar var ve bunlar arasında bir ortak fikir birliği oluşturmak güç.
Bu
konuda Hıfzı Topuz şöyle bir çaba göstermişti. Bu on küsur yılı geçmiş
bir olaydır. İletişim fakülteleri dekanları ve gazete sahiplerini bir
araya getirmiştir. Bu çok güzel bir olaydır. Çünkü gazete sahipleri
mesela Aydın Doğan, Nezih Demirkent (rahmetli) üniversitelere de
katkıda da bulunmuşlardır. Dolayısıyla gazeteciler İletişim
fakültelerinde dersler vererek motivasyonu yükseltmiştir. Ama araya
nifak sokanlar da olmuştur. Örneğin, İbrahim Tatlıses ne demişti? –
“Oxford vardı da biz mi okumadık.” Geçen yıllarla birlikte iletişim
fakülteleri dekanları ve gazete sahipleri arasında bir gerilim
başlamıştır. Yetişen yeni hocalar, medya sahiplerini işini bilmeyen,
kendi kendine işler yapan, memlekete faydası olmayan kişilermiş gibi
lanse ettiler. Bir tanesine ben şahidim: Hıfzı Topuz’la, Balta
Limanındaki İstanbul Teknik Üniversitesinin lokalinde buluşmuştuk. Bir
üniversitenin iletişim fakültesinin dekanı geldi, “Efendim!” dedi, “Biz
şu kadar mezun verdik.” dedi. Rahmetli Nezih Demirkent’e söylüyordu.
“Bir tane bile mezunu gazetenize almadınız.” Nezih Bey nezaketi
bırakmadan “Şekerim” dedi, “Uyguladığınız eğitim sistemini ben mi
önerdim? Nasıl eğitim vereceğinize kendiniz karar veriyorsunuz. Sizin
aldığınız kararla eğitim görmüş insan da benim işime yaramıyor.” Bunun
üzerine Dekan, “Çok iyi biliyorsanız bu dekanlık vazifesini siz yapın.
Bizde öğrenmiş oluruz.” dedi.
Bir gazete sahibiyle “Sen mi büyüksün
ben mi büyüğüm” tartışması anlamsızdır. Aydın Doğan da orada. Nezih
Bey, “Bakın sayın Dekan ben işimi gücümü bırakıp kalkıp iletişim
fakültesinde ders veremem. Ama şunu yaparım, iki dönemde de yani
ilkbahar ve güz dönemlerinde Cuma-Cumartesi-Pazar üç gün geleyim.
Öğrencilere katkıda bulunayım. İster misiniz?” diye cevap verdi. Çünkü
bazı üniversitelerde bu tür eğitimin canlı olabilmesi için -70’lerin
son dönemi ve 80’ler, şimdi nasıl bilmiyorum ama şu anda Gazi İletişim
Fakültesi de öyle- Üniversite 24 saat çalışmaktadır. 18.00’de ders
biter kapılar kilitlenir, üniversite faaliyetlerini tamamlamıştır diye.
Gazi İletişim, bekçinin beklediği bir iletişim fakültesi değildir.
Rahmetli
Nezih Bey nezaket içerisinde verdiği cevaplara rağmen iş orada
kopmuştu. Aydın Doğan da döndü dedi ki: “Yahu Nezih Bey ne uğraşıyorsun
bunlarla. Ben Milliyet’in içinde lise açtım. Bu çocuklar sabahtan
akşama kadar gazetedeler. Başta Milliyet, tüm gazeteleri okuyorlar.
Derslere giriyorlar, çıkıyorlar. Ne gerek var iletişim fakültelerine.
Boş ver!” dedi. “Lise mezunları, buranın içinden kokusundan geçmiş
çocuklar çok daha önemlidir.”, “Bunlar iletişim fakültesinden mezun
olandan çok daha iyidir.”, “Bırakalım bunları gel başka konular var
sana anlatacağım.” dedi ve Nezih Bey’i alarak toplantı salonunu terk
etti. Bir taraftan bu olaylar cereyan etti. Peki, o zaman bu nikâh
nasıl kıyacaktık? Hocalar, hayatlarını bilme adamış çok önemli
kişilerdir. Gazeteciler, gazete sahipleri farklı bakış açısı
çerçevesinde farklı emeller için adım atmış kişilerdir. Arada kalanlar
ise öğrencilerdir. Onlar, geleceği yakalamak için iki taraftan da
başarıyla beslenmek zorundadırlar ve meslekte durum böyle iken şansları
azdır.
Ne var ki, her şeyden evvel Bursa Gazeteciler Cemiyeti bu iş
için üniversitedeki hocaları seçerek bir çıkış yolu bulabilmek için
çaba gösteriyor. Ben hem hoca, hem de gazeteci olarak buraya davet
ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Burada çok önemli bir şey var.
Birincisi, Bursa’daki gazeteci arkadaşlarım, ağabeylerim diyor ki,
“Tamam bir nikâh kıyılması lazım, bu nikâhı nasıl kıyabileceğimizi
birlikte bulalım. Tartışalım ama en azından bir iş yapalım.” Bu çok
önemlidir. Tartışmadan daha iyiyi oluşturamayız. Ne vardır dünyada?
Tez, antitez ve sentez. Gazeteci diyecek ki, “iyi anladık da bu iş
böyle olmaz’” Ben de diyeceğim ki, “tamam çok haklısın ama o da böyle
olunca da istenilen hiçbir zaman olmaz”. Önümüzde en önemli bir dönüm
noktası var. Biz gazeteci olarak bunu çok iyi görüyoruz. İşte
karşımızda 21. yüzyılın gençleri var.
Medya olarak biz bu çerçevede
nasıl davranmalıyız? Türkiye’nin dışında biraz her ülkede olduğu gibi
kendi çıkarları üzerine bir medyası vardır. Ben BBC Türkçe Radyosu’nda
Londra’da çalıştım. Kahire’de bir olay olmuş. BBC Türkçe radyosunda
okuduğum habere bakıyorum bir de Hollanda BBC radyosundaki habere
bakıyorum. Kız arkadaşımın haberi ile benim haber hiç birbirini
tutmuyor. BBC de onun okuduğu haberle benim yaptığım haber hiç
birbirini tutmazdı. Yahu, Kahire’de adam öldürülmüş. Bu kadar basit bir
şey ama İngiltere’deki BBC’yi İngiliz Dışişleri Bakanlığı öyle güzel
idare ediyor ki, şaşarsınız. Bir Mısırlının bunu anlaması lazım. Bir
Türk bundan bunu anlaması lazım. Herkese şerbet vermekte ustadırlar.
Sonuç
olarak, burada önemli bir adım atılmıştır. Ben Gazeteciler Cemiyeti
üyesi değil miyim? Bu beyefendi de Bursa medyasının sahibi değil mi? Bu
bir üniversitesinin Dekanı değil mi? Belirli bir amaç için bir adım
atılması için topluma mal edilebilecek bir motivasyon yaratıldığı andan
itibaren, bu hem var olan gazetelerin satışlarını arttırmasından,
dergilerin artmasından, öyle olumlu işlere vesile olur ki.
“Patron-Gazeteci-Üniversite” üçlüsü bir araya gelirse, ve Türkiye’de
Bursa bunu kendi içerisinde başlatmayı başarırsa, o zaman İstanbul’u,
Ankara’yı, İzmir’i buna adım atacak noktalara şüphesiz getirecektir.
Bilgi:
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Gazeteci Emre
Aygen’in 24 Mayıs 2008 tarihinde verdiği “iletişim eğitimi” konulu
seminer.