MEDYADA SOSYAL POLİTİKA
Egemen ideoloji kendisini tahkim etmek ve yeniden üretmek için çeşitli araçlardan yararlanacaktır.
Üretim tarzı, dolayısı ile
üretim gücü ve üretim ilişkileri iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel
olanı belirliyorsa, kaçınılmaz olarak bütün bunların bir türevi olan
medya politikalarını da belirleyecektir. Böyle olduğu için de farklı
sistemlerde, düzenlerde, rejimlerde medya politikaları da farklı
olacaktır. Egemen ideoloji kendisini tahkim etmek ve yeniden üretmek
için çeşitli araçlardan yararlanacaktır. Medya da mevcut sistemlerin,
düzenlerin kendilerini tahkim sürecinin ve yeniden üretiminin en
önemli, etkin araçlarından biridir. Bir üretim tarzına dayalı
sistemlerin, düzenlerin meşruiyetinin sağlanmasının yanı sıra,
uygulamalarına yönelik rızanın inşasında medya önemli roller üstlenir.
Çünkü, üretim araçlarını kontrol edenlerin düşünce üretim araçlarını da
kontrol ederek bunu sağlamaları o sistem ve o düzen için hem bir
gereklilik hem de bir zorunluluktur ( Marx-Engels, 1992). Böyle olduğu
için de medyanın sosyal politika ve uygulamaları ile ilgili yaklaşımı
üretim tarzı, bu üretim tarzının üretim gücü ve üretim ilişkileri
çerçevesinde olacaktır. Kuşkusuz, üretim tarzının egemen olduğu
toplumda sınıflar arası ilişkiler, çatışmalar; bu ilişkiler ve
çatışmaların boyutu medyanın sorunlara yaklaşımını da farklı düzeylerde
etkileyebilmektedir. Sosyal politika gibi sınıflar arası ilişkilerin ve
çatışmanın temel belirleyici alanı olan bir konuda medyanın tutumu da
bu ilişkilerin ve çatışmanın boyutuna göre değişmektedir.
Kapitalist
üretim tarzının egemen olduğu bir ülkenin medyasında sosyal politika
ile ilgili konuların nasıl ele alındığını sorgulayabilmek için önce
sosyal politikanın ne olduğu üzerinde durmak gerekiyor. Zira, bir
düzen, sistem açısından sosyal politikanın önemi anlaşılmadan, medyada
ne derecede sosyal politikaya yer verilip verilmediğini, veriliyorsa
nasıl verildiğini sorgulamanın da hiçbir anlamı olmaz. İktisadi
faaliyetlerin özel mülkiyet ve daha fazla kârlılık üzerine kurulduğu
bir düzende, sistemde kâr oranlarını azaltan ve kâr alanlarını daraltan
her uygulama düzeni tahkim etmek ve yeniden üretmek görevini üstlenmiş
olan medyada bu faaliyetler çok özenli olarak değerlendirilmek
zorundadır. Ücret, sosyal güvenlik, sendikal örgütlenme, toplu
pazarlık, grev gibi kâr oranları ve alanları üzerinde etkili olan
sosyal politika ve uygulamaları medyada hep çok özenli olarak ele
alınmıştır.
Sosyal politika en basit anlamı ile bir devlet meselesi
olup, bazı çıkar gruplarının üyelerinin refahını yükseltme çabalarına
verdiği “olumlu” yanıttır. Dün olduğu gibi bugün de sosyal politikayı
belirleyip, uygulayan en önemli kurum olan devletin verdiği “yanıtın”
düzeyi önemli olup, belirleyici olandır. Çünkü, sosyal politika
kurumsal olarak devletin sorunu olduğu kadar bir de sınıflar arası
ilişki ve çatışmanın düzeyi ve boyutu ile ilgilidir. Devlet, çalışma
koşullarını, ilişkilerini belirleyen mevzuatın düzenleyicisi olarak
sosyal politikanın konusu ve kapsamını da egemen sınıf adına
belirlemektedir. Egemen olan sınıfın çıkarlarını gözeten devletin bu
karar ve uygulamalarını meşrulaştırması ve buna yönelik rızanın
inşasında muhtaç olduğu kurumlar, araçlar vardır. Sınıflar arası
mücadele ve ilişkide bir güç dengesi yoksa, bir tahterevalli gibi bir
salınım söz konusu değilse, egemen olan sınıfın diğer sınıf üzerinde
tahakkümünün inşasında ve meşruiyetinin sağlanmasında medya önemli
roller üstlenir.
Neoliberal söylemin egemen olduğu, kâr oranlarının
artırılmak istendiği, kâr alanlarının kapsamının genişletilmesi için
önemli düzenlemelerin yapıldığı bir zaman diliminde sosyal politika ile
ilgili karar ve uygulamalar medyada üretim tarzı ve onun ilişkileri
çerçevesinde değerlendirilecek, kararların meşruiyetinin sağlanması
için çaba sarf edilecektir. Bu düzeni, sistemi bir tahkim çabasından
başka bir şey değildir. Bu tahkimatın doğal bir sonucu olarak da sosyal
politika uygulamalarına ayrılacak kaynaklar egemen olan sınıfın lehine
aktarılmakta, bu yönde düzenlemeler yapılmaktadır. Ancak, bunun için
iknaya ve ikna sürecinde bazı araçlara ihtiyaç vardır. Bu ikna
araçlarının başında da medya gelir. Evet, şu “dördüncü” kuvvet olduğu
ileri sürülen medya.
“Dördüncü” kuvvet medya tarafsız ve bağımsız
mıdır? Ya da daha anlamlı bir soru ile kapitalist bir sistemde tarafsız
ve bağımsız medya mümkün müdür? Eğer, kapitalist bir sistemde
kapitalistler kendi çıkarlarını önce koruyup, sonra geliştirmek
istiyorlarsa, bunu topluma “içselleştirmek” zorundadır da. Medya da bir
kâr alanı ise, bir özel mülkiyet alanı olarak, bu düzenin bir parçası
olarak taraf olmak zorundadır ve bu düzen için de bu çok “doğaldır”.
Kuşkusuz bu düzende, sistemde medya bir bütün olarak sistemi tahkim
etmek, meşrulaştırmak için uğraşmaz. O düzenin, sistemin uygulandığı
ülkenin “demokrasi” düzeyine bağlı olarak medyanın bir bölümü farklı,
muhalif bir tutum da üstlenebilir. Örneğin işçilerden yana olduğunu
açıkça belirtip, taraf konumunu belirten bir medya olabilir. Bu çok
“doğaldır”. Ancak, doğal olan ya da olmayan bu muhalif, alternatif
medyanın güçlenmesine, yaygınlaşmasına ne derecede izin verildiği ile
ilgilidir. Üretmek, dağıtmak ve iletmek. Bu üç süreç tam anlamı ile
yerine getirilmiyorsa “alternatif” medyaya özgür bir alan sunulduğunu
ileri sürmek mümkün değildir. Yasal düzenlemeler ile alternatif
medyanın “üretim” süreci güvence altına alınmış olabilir. Ancak,
dağıtım ve iletim süreçleri kısıtlanmışsa burada özgürlükten söz etmek
mümkün değildir. Dağıtım süreci yerine getirilse bile, “tüketimin” son
aşamasında iletim yerine getirilmiyorsa yine özgürlükten söz edilemez.
Örneğin muhalif bir gazetenin özgürce üretilmesine izin verilmiş
olunabilir, dağıtımı da hakkı ile yapılmış olunabilir, ancak satış
noktasında gazete “saklanıyor”, satılmama politikasına doğrudan ya da
dolaylı olarak maruz bırakılarak okuyucu ile buluşturulmuyorsa burada
özgürlükten söz etmek mümkün değildir. Kuşkusuz, diğer medya araçları
için de aynı durum geçerlidir.
Taraf olmadığını, “müstakil, siyasi”
medya olduğunu dile getirenlerin faaliyetlerini sürdürebilmeleri için
belirli düzeyde bir “gelire” ihtiyaçları vardır. Gelir kaynakları
sadece “üretilen ürün” ile sınırlı olan medya “görece” bağımsız
olabilir. Ancak, karşısına iktidarın ve medyada üretilen “ürünün”
“tüketiciye” ulaştırılmasını sağlayan yapıların bazı yaptırımlarının
çıkmaması koşulu ile. Örneğin gazetenin dağıtım sorunları ile
karşılaşmaması gibi. Özgür, bağımsız medya için mali güçlülük
yetmemekte, dağıtım sürecinde de, iletim sürecinde de üretilen “ürünün”
muhalif cenahtan yararlananlara ulaştırılması açısından da bağımsız
olmak gerekmektedir. Daha önemlisi, yasaların yanı sıra piyasa
kuralları ile de kısıtlanmamalıdır.
Sosyal politikaya ilişkin
kararların alınması ve uygulanmasında muhalif basının tutumundan çok,
belirleyici olan, yaygın medyanın kâr amaçlı, düzeni, sistemi tahkim
eden yaklaşımı ve tutumudur. Zira, bu medya üretim tarzına uygun olarak
özel mülkiyeti savunmakta, kâr oranlarının yükseltilmesi, kâr
alanlarının kapsamının genişletilmesi için çaba sarf etmektedir; bu
medya gelirlerinin önemli bir bölümünü “ürününün” satışından değil,
ürettiği bu ürün için firmalardan aldığı reklam ve ilanlardan
sağlamaktadır, böylece bağımlı bir ilişkiye girerek, kendisine gelir
sağlayanlardan yana taraf olmaktadır (Herman-Chomsky, 1988). Geliri
üretilen ürünün dışında reklam ve ilana da dayalı bir medya söz konusu
ise burada devreye resmi ilanlarla devlet ve baskı grupları ile reklam
veren şirketler girmektedir. Bu durum, medyanın ne derecede
zincirlenebileceğinin ifadesinden başka bir şey değildir. Kapitalist
sistemde bunlar oyunun kurallarıdır. Oyuna katılan her “aktör” bunları
bilmek zorundadır. Kapitalist sistemi sürdürmek için ona uygun
ideolojinin egemen kılınması ve her seferinde üretilip, topluma kabul
ettirilmesi gerekir. En azından meşruiyet sorununun çözülmesi gerekir.
Böylesi bir toplumda medyaya düşen görev de budur. Eğer, düzen, sistem,
bir üretim tarzı olarak kapitalizm ise medya ve haberler buna göre
biçimlenmek zorundadır. Zira, medyanın da örgütlenmesi bu kapitalist
düzene, sisteme uygun olur. Medya bu uygunluğa denk düşen bir şekilde
hareket ederek konularını seçerken, bu konuları haberleştirirken ve
alınan kararlar ile uygulamaların propagandasını yaparken çok seçici
davranır (Kellner, 1990). Bu tutum Murdock’un (1982) kapitalist bir
düzende, sistemde faaliyet gösteren bu kâr amaçlı medyanın da kâr elde
etmek için yapması gereken davranışlara uyumlu davrandıkları tespitleri
ile de örtüşür.
Sosyal politika ile ilgili konuların, bu konular ile
ilgili değişimlerin medyada yer alış biçimi, düzeyi, sıklığı aslında
bir ülkenin demokrasi ile olan ilişkisinin boyutunu da gösterir, sadece
medyanın bağımlılığı ve taraflılığını değil. Sosyal politikanın konusu
olan çalışma ilişkileri, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, istihdam,
işsizlik, gelir dağılımı, ücret, sendika, toplu pazarlık, grev gibi pek
çok konuya medyada ele alınış biçimleri üzerinden bakıldığında aslında
daha önce belirtildiği gibi bir sistem ve düzen ve bu düzenin ne kadar
demokratik olup olmadığı da iyice görülebilir. Yukarıda ana çerçevesi
çizilen kurgu çerçevesinde sosyal politikaya bakış, Türkiye’de üç temel
olgu üzerinden medya sorgulanabilir, değerlendirilebilir: grev, sosyal
güvenlik ve özelleştirme.
Grev yasağının olduğu 1936-1963 arası
dönem ile Türkiye’nin kapitalist sistem ile bütünleşmede önemli çabalar
sarf ettiği 1980-2008 dönemi, grev haberleri üzerinden,
karşılaştırıldığında medya açısından oldukça ilginç sonuçlar ortaya
çıkmaktadır. Devletçi ve ithal ikameci iktisat politikalarının
izlendiği 1936-1963 dönemindeki grevler, yasak olmasına rağmen, 1980
sonrasının medyasına göre, anti-komünist söyleme, sanayileşme, kalkınma
gibi ulvi amaçlar karşısında daha “tarafsız” bir dil ile habercilik
anlayışına uygun olarak hareket etmeye çalışılmıştır. En azından ana
akım medyada 1980 sonrasında olduğu gibi eleştirel, olumsuzlayan bir
habercilik anlayışına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Yasak olmasına
rağmen greve gidiliş sorgulanmakta, tarafların görüşleri
yansıtılmaktadır.1963-1980 arası dönemde ise grev hakkının Anayasa ile
de güvence altına alınmış olması medyayı yasal bir hakkın kullanımı
açısından habercilik yapmaya zorlamıştır. Ancak, özel sektörün de
ekonomi de ağırlığını ortaya koyduğu bu dönemde, medya, kapitalist bir
toplumun medyası kimliğini de ortaya koymaya başlamıştır. 1980 sonrası
ile karşılaştırıldığında medyanın grevler konusunda, 1970’li yılların
sonları hariç, daha “dürüst” bir konumda kalmaya çalıştığı
düşünülebilir. Kuşkusuz, medyadan kastımız, merkezde olduğun iddia eden
kesimdir. 1980 sonrasında ise, medya ilk kez çok açık ve net bir
şekilde grevler konusunda taraf olmuş, haberciliğin ötesinde
yorumculuğa geçerek grevlerin ülke ekonomisine, dolayısı ile topluma
zararlı olduğunu açık açık, büyük bir cesaretle dillendirmeğe
başlamıştır. Örneğin, cam ve lastik sektörlerindeki grevlerin milli
güvenliği tehdit ettiği gerekçesi ile yasaklanmasını olumlayıp,
meşrulaştırırken, bu grevlerin milli güvenlik ile ne ilgisi olduğunu
sorgulamamıştır. Greve giden sendika ve grevci işçiler gözü doymaz,
para düşkünü kesimler olarak gösterilmiştir.
Grevler gibi sosyal
güvenlik hakkı ile ilgili “haberler” de dönemler açısından oldukça
ilginç bir tablo ortaya koymaktadır. 1940’lı yılların ikinci yarısından
itibaren 1970’e kadar yapılan düzenlemeler medyada genellikle bir haber
olarak ele alınmış ve olumlanmıştır. Bu dönem refah devleti, sosyal
devlet olmak gibi Anayasal gerekliliklerin de olduğu bir dönemdir.
Emeklilik, analık, hastalık gibi konuları düzenleyen sosyal güvenlik
düzenlemeleri müjdeleyici bir dil ile haberleştirilmiştir. 1980’den
sonra ise sosyal güvenliğin bu temel alanları ile ilgili düzenlemeler
kısıtlayıcı ve daraltıcı olmasına rağmen, medya bu kez bu yaklaşımı
meşrulaştırmaya çalışmıştır. Bütçe üzerindeki yükten, kara delikten,
genç emeklilerden söz edilmeğe başlanmıştır. Aslında sosyal güvenlik
basit bir emeklilik, hastalık ve benzeri sorunların çözümü değildir.
Sosyal güvenlik çeşitli risklere karşı korunmuş bireyin geleceğe
güvenle bakmasını sağlayan bir araçtır. Bugünü ve yarınından emin olan
bir insan güvenli, kararlı, umutlu, mücadeleci bir insandır;
başkaldıran insandır. Sosyal güvenlik ile ilgili daraltıcı, kısıtlayıcı
her düzenleme bu kendisine güvenen insanı biat eden, ihsan ile yetinen
bir insana dönüştürme isteğinden başka bir şey değildir. Biat ve ihsan
dinsel cemaat yaşantısının bir parçasıdır. Biat ve ihsan var ise düzen,
sistem kendisini güvence altına almıştır. Kuşkusuz sorun sadece bununla
sınırlı değildir. Devasa fonların biriktiği ve önemli bir kar alanı
olan sosyal güvenlik sermaye cephesi için sermaye birikimi açısından da
önemlidir. Kar alanları genişletilecekse, bundan daha iyi, uygun bir
alan bulunamaz. Özel emeklilik sistemleri ile sosyal güvenliği
kısıtlayıcı düzenlemelerin eş anlı olması tesadüf değildir. Medyanın da
sosyal güvenlik ile ilgili bu olumsuz düzenlemeleri meşrulaştırması
sınıfsal konumu ve tutumu ile uyumludur.
Genç emekliler cenneti, az
çalışılıp erken emekli olanların ülkesi Türkiye’de çalışanlar tembel
olmakla suçlanmıştır. Medya çarpıcı örnekler ile çalışanları bile ikna
etmiştir. Oysa, basit bir karşılaştırma gerçeğin başka olduğunu
gösterecektir. Türkiye’de emekçiler yasal olarak haftada 45 saat
çalışırken Almanya, Fransa gibi ülkelerde bu süre 35 ile 40 saat
arasında değişmektedir. Fiili çalışma süreleri Dünya Bankası
raporlarına göre Türkiye’de 50-55 saati bulurken Almanya ve Fransa için
bu süre 40 saati geçmemektedir. Almanya’da, Fransa’da bir emekçi tatil
yapacak, insan onuruna yakışacak yaşam sürdürecek kadar bir gelir
sahibi olurken, Türkiye’de milyonlarca insan asgari ücretin altında
çalışmaktadır. Almanya ve Fransa gibi ülkelerde emekçiler emekli
olduktan sonra uzun süre yaşarken, Türkiye’de emekçiler daha erken bu
hayata veda etmektedirler. Bu gerçekleri yazmayıp, sosyal güvenlik
düzenlemelerinin ülke hayrına olduğunu ileri süren medya egemen düzeni
tahkim etmek için ne kadar yanlı olduğunu da gözler önüne sermektedir.
1930’lu,
1940’lı yılların medyası “millileştirmeleri”, “devletleştirmeleri”
yanlı ve taraf olarak olumlarken, 1980 sonrasında
“yabancılaştırılmasını”, “özelleştirilmesini” yanlı ve taraf olarak
olumlamaktadır. Üstelik özelleştirmeyi verimlilik, üretkenlik adına
olumlayan medya, neden en çok kar eden, stratejik kurumların
özelleştirildiğini, özelleştirme sonrasında işten çıkarmaları ve daha
düşük ücretlerle çalıştırmaları hiç ele almazken, satıştan kaç “lira”
alındığını öne çıkarmak üçün büyük çaba sarf etmiştir. Sonunda eğitim
ve sağlık alanındaki özelleştirme ve piyasalaştırmanın da kaçınılmaz
olduğunu ileri sürmüş, toplumda yaratılan eşitsizliğe, sağlık ve eğitim
hakkının yok edilişine hiç değinmemiştir.
Grev hakkının kullanımının
engellenmesi, sosyal güvenlik hakkının kısıtlanması, özelleştirme ile
temel hakların yok edilişi toplumda meşru kılınırken en büyük pay
medyanın olmuştur. Bu durum bir kez daha göstermiştir ki, medya
taraftır ve üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanların sermaye
birikiminin önündeki engellerin kaldırılması, bu sürecin
hızlandırılması, kar oranlarının artırılıp, kar alanlarının kapsamı ile
konusun genişletilmesi için çaba sarf etmektedir. Bu yanı ile de medya
bir sınıfın bir diğer sınıf üzerindeki tahakkümünü pekiştiren bir
araçtan başka bir şey değildir. Medyada sosyal politika konularının ele
alınış biçim bu gerçeği bize çok açık bir şekilde göstermektedir. Bunda
da şaşılacak bir yan yoktur!…
Bilgi: Gazi Üniversitesi
İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yüksel Akkaya’nın 17 Mayıs
2008 tarihinde verdiği “medyada sosyal politika” konulu seminer.