Suç ve Edebiyat
Aydınlarla Yüzyüze söyleşisine katılan Yazar Ahmet Ümit'in "Suç ve Edebiyat" konulu söyleşi ile devam etti.
Edebiyat, yalnızca politik anlamda muhalefetle yetinirse kendini
sınırlamış
olur ve kaçınılmaz olarak kısırlaşır. Edebiyatı kalıcı
kılan yaşam
karşısındaki muhalefetidir.
-İlk hikayem, Prag'da 40 dilde yayımlanan bir
dergide basılmıştı, ama
kötüydü. Bir hikaye olarak da yazmış değildim
aslında, yalnızca bir
olayı hikaye etmiştim. Sonra devamı geldi...
Bursa
Gazeteciler Cemiyeti ile Nilüfer Belediyesi'nin birlikte
düzenlediği
"Aydınlarla Yüz Yüze Söyleşileri" yazar Ahmet Ümit'in
"Suç ve Edebiyat"
konulu söyleşi ile devam etti.
Basın Kültür Sarayı Uğur Mumcu Etkinlik
Salonu'nda gerçekleşen söyleşi
öncesinde, BGC Başkanı Nuri Kolaylı, yazar
Ahmet Ümit'in yaşam
öyküsünü özetledi ve yapıtlarından örnekler
verdi.
Ahmet Ümit, "Bursa'yı çok seviyorum" diyerek başladığı
söyleşisinde,
"Bursa'nın tarihi kimliğini ve dokusunu koruyan hanlar
bölgesinin,
Hisar'ın, Muradiye'nin ve benzer semt ve mahallelerinin hep
ilgisini
çektiğini, kente her gelişinde buraları gezip görmekten büyük
keyif
aldığını " söyledi.
Ümit şöyle devam etti:
"Bursa'yı çok sevmemin
nedeni de sanıyorum bu özelliği olmalı... Tarihi
kimliğini, dokusunu koruyan,
sürdüren mahalleler, sokaklar ve
mekanlara sahip bir şehir Bursa... Bunlar,
bir imparatorluğun doğuşuna,
gelişmesine ilişkin, bir bakıma dolaysız bilgi
veriyor insana... Ayrıca
onlarda, bir kentin tarihi köklerini, tarihsel
olarak oluşmuş
kültürünü izleyebiliyorsunuz... Köklülüğünü
görebiliyorsunuz... Kentin
tarih içindeki serüveni, tarih içindeki gidişatı
konusunda hayal
kurabiliyorsunuz... İnsana bu olanağı veren yapılar her yerde
yok...
İşte, Bursa'da biraz var... Biraz da, İstanbul'da,
Edirne'de..."
Dinleyicilere, "Suç, neden edebiyatın ilgisini çeker?..
Edebiyatçı,
suçta ve suçluda ne bulur ki, onu eserinin merkezine koyar? "
diye
soran Ahmet Ümit, "bu soruya kişisel yazarlık serüvenini
anlatarak
açıklık getirmeye çalışacağını" söyledi.
Ümit, sözlerini şöyle
sürdürdü:
"Edebiyat, yalnızca politik anlamda muhalefetle yetinirse
kendini
sınırlamış olur ve kaçınılmaz olarak kısırlaşır. Edebiyatı
kalıcı
kılan yaşam karşısındaki muhalefetidir. Edebiyatın yaşam
karşısındaki
muhalefeti, yaşama ilişkin her şeyi irdelemesi, didiklemesi
demektir.
Bu çok büyük bir alan, bitmez tükenmez bir alandır. Oysa
politika,
bugünün meselesidir. Bugünkü iktidara muhalefet ediyorsundur, o
gider
başkası gelir. Muhalefeti dayanağı yapmış, konusu yapmış edebiyat
ta
orada biter...
Edebiyattaki kişisel serüvenime gelince:
1960
doğumluyum. Demek ki, benim kuşağımdaki herkes gibi gözlerimi
1970'lerin
Türkiyesi'nin sosyal bakımdan çatışmalı dünyasına
açmışım... Gene de,
çatışmalara, olaylara karşın, 14-15 yaşımıza
geldiğimizde aşık olmadan
yapamadık... Şimdi de, gençler bu yaşlarda
aşık oluyor. Biz, aşık olduk ve
her aşık gibi şiir yazdık. Bugünün
genç kuşağının farkı burada ortaya
çıkıyor. Aşık oluyorlar olmasına,
ama şiir yazmıyorlar. Neden yazmıyorlar?
Bilmiyorum. Belki, yaşamın
temposu daha yüksek... Belki iletişim araçları çok
geliştiği için... Belki
de, felaket bir sınav maratonu yaşadıklarından...
Bunların her biri bir
sebep. Hem de önemli sebepler... Bana sorarsanız,
günümüzü değil
yaşanmış zamanı tercih ederim. "
Yazarlığı bakımından, bazı
sanatçıların sıkça tekrarladığı gibi "Üç
yaşında, tarağım elimde aynanın
karşısına geçer şarkı söylerdim" gibi
bir durumun söz konusu olmadığını
belirten Ümit, "tersine günün
birinde yazar olurum belki, diye bir düşünceyi,
bir olasılığı ilk
gençliğinde aklından bile geçirmediğini" söyledi.
Buna
karşılık "çocukluğunda ve gençliğinde çok okuyan biri olduğunu"
belirten
Ümit, söyle devam etti:
"15 yaşlarına geldiğimde dünya klasiklerini okumuş,
bitirmiştim. Ne
Rus edebiyatı, ne Fransız edebiyatı kalmıştı tanışmadığım...
Bir de,
şunu söylemeliyim ki, annem kadın terzisiydi: Genç kızlar,
kadınlar
gelir provaları yapılır, ölçüleri alınır. Hal hatır sormalar,
anneye,
büyükanneye selam yollamalar biter, 'tiryakisi olduğum dizinin
saati
geldi, ben gideyim artık' demek de mümkün değil, 'Hadi Allahaşkına
bir
masal anlat bize' derlerdi. Annem, Allah uzun ömür versin, seksen
iki
yaşındadır şimdi, güzel masal anlatırdı gerçekten. Genç
kadınlar,
genç kızlarla birlikte o masalları dinlerdim çocukluğumda. Kim
bilir,
belki de, dünya klasiklerini okumamdan çok, annemin
masallarının
etkisi olmuştur yazar olmamda... Gene de, aklımdan bile
geçirdiğim bir
şey değildi yazarlık... Taa, 1982 yılının Kasım ayında
başımdan, o olay
geçinceye kadar!..
Biliyorsunuz, 1982 yılının Kasım
ayında, cunta anayasasını halk
oylamasına sundu. Şeffaf sayılabilecek
zarflara mavi veya kırmızı
pusulalardan birini atmanız gerekiyordu. Hangisini
atsanız kimliğiniz
belli oluyordu. Muhalif misiniz, yoksa muvafık mısınız?
Kendinizi
açıklamış oluyordunuz. Şimdi diyorlar ki, 'şu kadar destek aldı
o
anayasa'. Aldı, ama böyle aldı... O tarihte gizli, ama terörist
olmayan
bir örgütün üyesiyim ben de. Biri doğrudan bana bağlı, öteki
kısmen
bağımsız iki grubun da sorumluluğu bendeydi. Geceleri afiş
asıyoruz
sokaklara, bildiriler dağıtıyoruz. Halkı cuntanın anayasasına
hayır
demeye çağırıyoruz. Çoğunluk eylemlerimiz saat beşlerde oluyor.
Çünkü
işçilerin vardiyaları bu saatte çıkıyor sokağa. Daha önce
çıkmanız
mümkün değil, anında yakalanırsınız. İşte böyle bir eylem
gününde,
benim grubum eylemini yapıp kazasız belasız tamamladı. İkinci
gruba,
15 dakika sonrası için randevum var. Neden 15 dakika
derseniz,
yakalanmamak için! Polis birini yakalasa, 15 dakikada ağzından
laf
alamaz, ama birkaç saatte alabilir. Bizim grubun
eylemini
tamamlamasını izleyen 15 dakika içinde öteki gruptan beklediğim
Adnan
gelmedi randevuya. Saat dokuz civarında, sokak telefonunda
aradım
Adnan'ı. Bir muhasebe bürosunda çalışıyordu. Normal olarak
telefonu
büronun sekreterinin açması beklenirdi. Öyle olmadı. Doğrudan
Adnan
açtı, sesi heyecandan titriyordu. Anlamıştım yakalandığını. Saat
on
iki'de bir kuru fasulyeci dükkanında randevu verdim. Elbette gitmedim
o
randevuya. İşte, bu olay üzerine örgüt, benden rapor istedi. Oturup
yazdım
raporu. Meğer bir hikaye anlatmışım rapor diye. O hikayem,
Prag'da 40 ayrı
dilde yayımlanan bir dergide 40 dilden basıldı.
Doğrusu, çok kötü bir hikaye
idi. Ama, askeri diktatörlükle mücadele
edilen bir ülkede genç bir arkadaş,
mücadelenin bir anını
öyküleştirmiş filan diye basıldı o... Ondan sonra bir
ukalalık geldi
üzerime ki, anlatamam... Tolstoy'un Anna Karenina'sını
okuyorum: Yok
canım, Tolstoy kadın ruhunu tam yansıtamamış
deyiveriyorum!
Steinbeck'in Bitmeyen Kavgası'nda yahut Gazap Üzümleri'nde
kusurlar
buluyorum! .."
Bu yaklaşımının kimi "iyi" arkadaşlarınca
yadırgandığını ve kısa
sürede "haddinin bildirildiğini" ifade eden Ümit,
"doğru düzgün
okumaya, saygı göstererek okumaya haddi bildirilmiş olarak
yeniden
döndüğünü" söyledi.
Bu olay sonrasında, sahte pasaportla önce
Bulgaristan'a, oradan da
Moskova'ya gitiğini ifade eden Ümit: "Bit tür
KUTUV'a (geçmişte, Asya
ve Afrika ülkelerinden gelen Komünist gençlerin
okuduğu üniversite)
gittiğimi düşünüyordum. Şahane yıllardı. Moskova düşsel
bir şehirdi.
Sokaklarında siyasetçilerin filan değil Gorki, Puşkin,
Dostoyevski
gibi yazarların adları vardı. Siyasetçilerin değil,
yazarlarının
yaşadığı veya bir süre kirada kaldığı, yahut kitaplarını
kaleme
aldıkları evler müze haline getirilmişti. Benim için inanılmaz
bir
durumdu bu..."
Moskova'da öykü yerine şiir yazmaya başladığını anlatan
Ümit, buna
olasılıkla Türkiye'ye göre oradaki kapalı havanın, soğuk
iklimin,
Batılıların kuzey ülkelerine Akdeniz iklimine sahip
ülkelerden
gidenlerde saptadıkları ve "Stockholm Sendromu"
olarak
adlandırdıkları durumun sebep olabileceğini söyledi.
İlk kitabının
bir şiir kitabı olarak basıldığını belirten Ümit,
"Doğrusu, size önereceğim
bir kitap değil. İçinde 33 şiir var, belki
ikisi biraz iyi sayılabilir, ama
geri kalanları bana kalırsa berbat"
dedi. Ümit, bu kitabının, her edebiyat
heveslisi gencin kapıldığı,
"Allahım, kitabım çıkacak! Adımı basılı olarak
görebileceğim!"
şeklindeki duygusundan kaynaklandığını kaydetti.
İlk
kitabının basılmasının ardından, yeniden öyküler yazmaya
başladığını ve
bunların da "Çıplak Ayaklıydı Gece" adıyla basıldığın
söyledi. Bu kitabının
ardından, eleştirilerini beklediği bir
arkadaşının ciddi, ciddi "Sen polisiye
yazsana" dediğini belirten
Ümit, bir süre bocalasa da sonuçta polisiye
denilen yazın biçiminde
karar kıldığını ifade etti.
Edebiyat tarihinde
polisiye roman ve öykünün önemli bir yer tuttuğunu,
Edgar Allen Po'nun Morg
Sokağı Cinayeti" adındaki öyküsü ile başlayan
yazın biçiminin Avrupa'da,
sonrasında da Amerika'da çok önemli
yapıtların üretilmesine kadar uzandığını
söyledi.
"Edebiyat tarihinde İlk polisiye yapıt kimindi" diye
dinleyicilere
soran, ardından da "yaradılış" efsanesini anlatan Ümit:
"Edebiyat
tarihinin ilk polisiyesinin baş kişileri Adem ile Havva, kötü
kişisi
de Şeytandır" diye konuştu.
Yazar Ahmet Ümit, söyleşinin ardından
okuyucuları için kitaplarını imzaladı.