Suç ve Edebiyat

Bu sayfa 2010-05-19 11:44:11 tarihinde yayınlandı ve 2411 kez okundu.

Aydınlarla Yüzyüze söyleşisine katılan Yazar Ahmet Ümit'in "Suç ve Edebiyat" konulu söyleşi ile devam etti.


Edebiyat, yalnızca politik anlamda muhalefetle yetinirse kendini
sınırlamış olur ve kaçınılmaz olarak kısırlaşır. Edebiyatı kalıcı
kılan yaşam karşısındaki muhalefetidir.
-İlk hikayem, Prag'da  40 dilde yayımlanan bir dergide basılmıştı, ama
kötüydü. Bir hikaye olarak da yazmış değildim aslında, yalnızca bir
olayı hikaye etmiştim. Sonra devamı geldi...
Bursa Gazeteciler Cemiyeti ile Nilüfer Belediyesi'nin birlikte
düzenlediği  "Aydınlarla Yüz Yüze Söyleşileri"  yazar Ahmet Ümit'in
"Suç ve Edebiyat" konulu söyleşi ile devam etti.
Basın Kültür Sarayı Uğur Mumcu Etkinlik Salonu'nda gerçekleşen söyleşi
öncesinde, BGC Başkanı Nuri Kolaylı, yazar Ahmet Ümit'in yaşam
öyküsünü özetledi ve yapıtlarından örnekler verdi.
Ahmet Ümit, "Bursa'yı çok seviyorum" diyerek başladığı söyleşisinde,
"Bursa'nın tarihi kimliğini ve dokusunu koruyan hanlar bölgesinin,
Hisar'ın, Muradiye'nin ve benzer semt ve mahallelerinin hep ilgisini
çektiğini, kente her gelişinde buraları gezip görmekten büyük keyif
aldığını " söyledi.
Ümit şöyle devam etti:
"Bursa'yı çok sevmemin nedeni de sanıyorum bu özelliği olmalı... Tarihi
kimliğini, dokusunu koruyan, sürdüren mahalleler, sokaklar ve
mekanlara sahip bir şehir Bursa... Bunlar, bir imparatorluğun doğuşuna,
gelişmesine ilişkin, bir bakıma dolaysız bilgi veriyor insana... Ayrıca
onlarda,  bir kentin tarihi köklerini, tarihsel olarak oluşmuş
kültürünü izleyebiliyorsunuz... Köklülüğünü görebiliyorsunuz... Kentin
tarih içindeki serüveni, tarih içindeki gidişatı konusunda hayal
kurabiliyorsunuz... İnsana bu olanağı veren yapılar her yerde yok...
İşte, Bursa'da biraz var... Biraz da, İstanbul'da, Edirne'de..."
Dinleyicilere, "Suç, neden edebiyatın ilgisini çeker?..  Edebiyatçı,
suçta ve suçluda ne bulur ki, onu eserinin merkezine koyar? " diye
soran Ahmet Ümit,  "bu soruya kişisel yazarlık serüvenini anlatarak
açıklık getirmeye çalışacağını" söyledi.
Ümit, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Edebiyat, yalnızca politik anlamda muhalefetle yetinirse kendini
sınırlamış olur ve kaçınılmaz olarak kısırlaşır. Edebiyatı kalıcı
kılan yaşam karşısındaki muhalefetidir. Edebiyatın yaşam karşısındaki
muhalefeti, yaşama ilişkin her şeyi irdelemesi, didiklemesi demektir.
Bu çok büyük bir alan, bitmez tükenmez bir alandır. Oysa politika,
bugünün meselesidir. Bugünkü iktidara muhalefet ediyorsundur, o gider
başkası gelir. Muhalefeti dayanağı yapmış, konusu yapmış edebiyat ta
orada biter...
Edebiyattaki kişisel serüvenime gelince:
1960 doğumluyum. Demek ki, benim kuşağımdaki herkes gibi gözlerimi
1970'lerin Türkiyesi'nin sosyal bakımdan çatışmalı dünyasına
açmışım... Gene de, çatışmalara, olaylara karşın, 14-15 yaşımıza
geldiğimizde aşık olmadan yapamadık... Şimdi de, gençler bu yaşlarda
aşık oluyor. Biz, aşık olduk ve her aşık gibi şiir yazdık.  Bugünün
genç kuşağının farkı burada ortaya çıkıyor. Aşık oluyorlar olmasına,
ama şiir yazmıyorlar. Neden yazmıyorlar? Bilmiyorum. Belki, yaşamın
temposu daha yüksek... Belki iletişim araçları çok geliştiği için... Belki
de, felaket bir sınav maratonu yaşadıklarından... Bunların her biri bir
sebep. Hem de önemli sebepler... Bana sorarsanız, günümüzü değil
yaşanmış zamanı tercih ederim. "
Yazarlığı bakımından, bazı sanatçıların sıkça tekrarladığı gibi "Üç
yaşında, tarağım elimde aynanın karşısına geçer şarkı söylerdim" gibi
bir durumun söz konusu olmadığını belirten Ümit, "tersine günün
birinde yazar olurum belki, diye bir düşünceyi, bir olasılığı ilk
gençliğinde aklından bile geçirmediğini" söyledi.
Buna karşılık "çocukluğunda ve gençliğinde çok okuyan biri olduğunu"
belirten Ümit, söyle devam etti:
"15 yaşlarına geldiğimde dünya klasiklerini okumuş, bitirmiştim. Ne
Rus edebiyatı,  ne Fransız edebiyatı kalmıştı tanışmadığım... Bir de,
şunu söylemeliyim ki, annem kadın terzisiydi: Genç kızlar, kadınlar
gelir provaları yapılır, ölçüleri alınır. Hal hatır sormalar, anneye,
büyükanneye selam yollamalar biter, 'tiryakisi olduğum dizinin saati
geldi, ben gideyim artık' demek de mümkün değil, 'Hadi Allahaşkına bir
masal anlat bize' derlerdi.  Annem, Allah uzun ömür versin, seksen iki
yaşındadır şimdi, güzel masal anlatırdı gerçekten.  Genç kadınlar,
genç kızlarla birlikte o masalları dinlerdim çocukluğumda. Kim bilir,
belki de, dünya klasiklerini okumamdan çok, annemin masallarının
etkisi olmuştur yazar olmamda...  Gene de, aklımdan bile geçirdiğim bir
şey değildi yazarlık... Taa, 1982 yılının Kasım ayında başımdan, o olay
geçinceye kadar!..
Biliyorsunuz, 1982 yılının Kasım ayında, cunta anayasasını halk
oylamasına sundu.  Şeffaf sayılabilecek zarflara mavi veya kırmızı
pusulalardan birini atmanız gerekiyordu. Hangisini atsanız kimliğiniz
belli oluyordu. Muhalif misiniz, yoksa muvafık mısınız? Kendinizi
açıklamış oluyordunuz. Şimdi diyorlar ki, 'şu kadar destek aldı o
anayasa'. Aldı, ama böyle aldı...  O tarihte gizli, ama terörist olmayan
bir örgütün üyesiyim ben de.  Biri doğrudan bana bağlı, öteki kısmen
bağımsız iki grubun da sorumluluğu bendeydi. Geceleri afiş asıyoruz
sokaklara, bildiriler dağıtıyoruz. Halkı cuntanın anayasasına hayır
demeye çağırıyoruz. Çoğunluk eylemlerimiz saat beşlerde oluyor. Çünkü
işçilerin vardiyaları bu saatte çıkıyor sokağa. Daha önce çıkmanız
mümkün değil, anında yakalanırsınız. İşte böyle bir eylem gününde,
benim grubum eylemini yapıp kazasız belasız tamamladı. İkinci gruba,
15 dakika sonrası için randevum var. Neden 15 dakika derseniz,
yakalanmamak için! Polis birini yakalasa, 15 dakikada ağzından laf
alamaz, ama birkaç saatte alabilir. Bizim grubun eylemini
tamamlamasını izleyen 15 dakika içinde öteki gruptan beklediğim Adnan
gelmedi randevuya. Saat dokuz civarında, sokak telefonunda aradım
Adnan'ı. Bir muhasebe bürosunda çalışıyordu. Normal olarak telefonu
büronun sekreterinin açması beklenirdi. Öyle olmadı. Doğrudan Adnan
açtı, sesi heyecandan titriyordu. Anlamıştım yakalandığını. Saat on
iki'de bir kuru fasulyeci dükkanında randevu verdim. Elbette gitmedim
o randevuya. İşte, bu olay üzerine örgüt, benden rapor istedi. Oturup
yazdım raporu. Meğer bir hikaye anlatmışım rapor diye. O hikayem,
Prag'da 40 ayrı dilde yayımlanan bir dergide 40 dilden basıldı.
Doğrusu, çok kötü bir hikaye idi. Ama, askeri diktatörlükle mücadele
edilen bir ülkede genç bir arkadaş, mücadelenin bir anını
öyküleştirmiş filan diye basıldı o... Ondan sonra bir ukalalık geldi
üzerime ki, anlatamam... Tolstoy'un Anna Karenina'sını okuyorum: Yok
canım, Tolstoy kadın ruhunu tam yansıtamamış deyiveriyorum!
Steinbeck'in Bitmeyen Kavgası'nda yahut Gazap Üzümleri'nde kusurlar
buluyorum! .."
Bu yaklaşımının kimi "iyi" arkadaşlarınca yadırgandığını ve kısa
sürede "haddinin bildirildiğini" ifade eden Ümit,  "doğru düzgün
okumaya, saygı göstererek okumaya haddi bildirilmiş olarak yeniden
döndüğünü" söyledi.
Bu olay sonrasında, sahte pasaportla önce Bulgaristan'a, oradan da
Moskova'ya gitiğini ifade eden Ümit: "Bit tür KUTUV'a  (geçmişte, Asya
ve Afrika ülkelerinden gelen Komünist gençlerin okuduğu üniversite)
gittiğimi düşünüyordum. Şahane yıllardı.  Moskova düşsel bir şehirdi.
Sokaklarında siyasetçilerin filan değil Gorki, Puşkin, Dostoyevski
gibi yazarların adları vardı. Siyasetçilerin değil, yazarlarının
yaşadığı veya bir süre kirada kaldığı, yahut kitaplarını kaleme
aldıkları evler müze haline getirilmişti. Benim için inanılmaz bir
durumdu bu..."
Moskova'da öykü yerine şiir yazmaya başladığını anlatan Ümit, buna
olasılıkla Türkiye'ye göre oradaki kapalı havanın, soğuk iklimin,
Batılıların kuzey ülkelerine Akdeniz iklimine sahip ülkelerden
gidenlerde saptadıkları ve  "Stockholm Sendromu"  olarak
adlandırdıkları durumun sebep olabileceğini söyledi.
İlk kitabının bir şiir kitabı olarak basıldığını belirten Ümit,
"Doğrusu, size önereceğim bir kitap değil. İçinde 33 şiir var, belki
ikisi biraz iyi sayılabilir, ama geri kalanları bana kalırsa berbat"
dedi. Ümit, bu kitabının, her edebiyat heveslisi gencin kapıldığı,
"Allahım, kitabım çıkacak! Adımı basılı olarak görebileceğim!"
şeklindeki duygusundan kaynaklandığını kaydetti.
İlk kitabının basılmasının ardından, yeniden öyküler yazmaya
başladığını ve bunların da "Çıplak Ayaklıydı Gece"  adıyla basıldığın
söyledi.  Bu kitabının ardından, eleştirilerini beklediği bir
arkadaşının ciddi, ciddi "Sen polisiye yazsana" dediğini belirten
Ümit, bir süre bocalasa da sonuçta polisiye denilen yazın biçiminde
karar kıldığını ifade etti.
Edebiyat tarihinde polisiye roman ve öykünün önemli bir yer tuttuğunu,
Edgar Allen Po'nun Morg Sokağı Cinayeti" adındaki öyküsü ile başlayan
yazın biçiminin Avrupa'da, sonrasında da Amerika'da çok önemli
yapıtların üretilmesine kadar uzandığını söyledi.
"Edebiyat tarihinde İlk polisiye yapıt kimindi" diye dinleyicilere
soran,  ardından da "yaradılış" efsanesini anlatan Ümit: "Edebiyat
tarihinin ilk polisiyesinin baş kişileri Adem ile Havva, kötü kişisi
de Şeytandır" diye konuştu.
Yazar Ahmet Ümit, söyleşinin ardından okuyucuları için kitaplarını imzaladı.

ÜYELERİMİZE İNDİRİM YAPAN FİRMALAR

BGC üyelerine indirim yapan sağlık ve eğitim kurumları ile yapılan sözleşmeler yenilendi. devamı

BGC ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU...

Bursa Gazeteciler Cemiyeti tarafından geleneksel olarak organize edilen “BGC Başarı Ödülleri Yarışması”... devamı

BİK GENEL MÜDÜRÜ DURAN: “BASINIMIZA KATKI İÇİN VARIZ”

Basın İlan Kurumu Genel Müdürü Rıdvan Duran, BGC Başkanı Nuri Kolaylı’yı Basın Kültür Sarayı’ndak... devamı

BGC ÖDÜL SÜRECİ BAŞLADI

Bursa Gazeteciler Cemiyeti tarafından her yıl geleneksel olarak organize edilen Gazetecilik Başarı Ödülleri Y... devamı

Marmara Bayram’ın konusu “Bursa turizmi”

Marmara Bayram Gazetesi’nde ana konu olarak “Bursa turizmi ve Bursa’nın bilinmeyen yöreleri” ele alınaca... devamı